9 Aralık 2019 Pazartesi

Libya’yla yapılan anlaşmanın konuşulmayan ikinci kısmı

Türkiye’nin Libya’yla imzaladığı iki anlaşma var. Sürekli Akdeniz’le ilgili olan konuşuluyor. Gözden kaçırılan diğeri ise TSK’yı Libya bataklığına çekecek maddeler içeriyor.

FATİH YURTSEVER
BOLD ANALİZ

Türkiye ve Libya arasında 27 Kasım’da “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması” ile “Güvenlik ve Askeri Alanda İş Birliği” konularında iki anlaşma imzalandı. Türk kamuoyunda Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması anlaşmasına oldukça geniş yer verilirken, diğer anlaşma ve içeriği hiç tartışma konusu yapılmadı. Bu anlaşmanın yakın vadede Türkiye için ne tür riskler barındırdığını anlamak için, Kaddafi sonrası yaşanan süreci ve Erdoğan’ın İhvan merkezli dış politikasını anlamak gerekiyor.

Kaddafi sonrası 2014 yılında yapılan Temsilciler Meclisi seçimlerinde İhvancı Adalet ve İnşa Partisi 200 sandalyeden 30’unu aldı. İslamcı grupları memnun etmeyen seçim, Libya Anayasa Mahkemesi tarafından katılımın düşük olduğu gerekçesiyle iptal edildi. Libya ilk siyasi darbesiyle tanıştı. Seçim sonunda Liberallerinin İslamcılara karşı General Hafter’i desteklemesiyle Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi, İslamcıların desteğiyle de Trablus merkezli Milli Genel Kongre hükümetleri ortaya çıktı. Ülke genelinde her iki hükümete bağlı güçler arasında çatışmalar şiddetlenince, BM’nin arabuluculuğunda Aralık 2015 Fas’ın Suheyrat kentinde bir anlaşma imzalandı. Anlaşmaya göre her iki parlamento bir ulusal mutabakat hükümetinin kurulması konusunda uzlaşmaya vardı.

Suheyrat Anlaşması’nın imza töreninde Trablus’taki Geçici Ulusal Konseyin Başkanı Nuri Ebusehmen yaptığı açıklamada, anlaşmanın meşru olmadığını söyledi. Temsilciler Meclisi Başkanı Akile Salih ise, anlaşmayı meclis adına değil, kendi adına imzaladığını ifade etti. Hatta Milli Genel Kongre Sözcüsü Ömer Hamidan meclisin imza için kimseyi görevlendirmediğini belirtti.

Yaşanan hadislerden sonra BMGK’nin 2259 sayılı kararında kendisine atıf yapılan Suheyrat Anlaşması’nın tam olarak onaylanıp yürürlüğe girdiği söylenemez. Zaten, İslamcılar General Hafter’i meşrulaştıracağı gerekçesiyle anlaşmayı kabul etmezken, Tobruk merkezli Milli Mutabakat Meclisi de anlaşma yürürlüğe girmediği için Fayez el-Serrac hükümetini meşru saymıyor. BM Temsilcisi Ghassan Selame ise çözüm arayışlarını yürütürken hem Temsilciler Meclisi hem de Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni muhatap alıyor.

Fiiliyatta BM, anlaşma gereği kurulan Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni tanırken, aynı zamanda Tobruk’taki Libya Temsilciler Meclisi’ni de “Libya’nın meşru meclisi” olarak kabul ediyor. Suheyrat Anlaşması uluslararası anlaşmaları yürütme görevini hükümete veriyor. Ancak anlaşmaların Temsilciler Meclisi tarafından onaylanması gerekiyor. Bu koşullar altında Türkiye ile imzalanan anlaşmaların hukuken geçerli olup olmadığı sorusu gündeme geliyor.

Nitekim Temsilciler Meclisi Başkanı Akile Salih hem BM Genel Sekreterine hem de Arap Ligi Genel Sekreterine birer mektup yazarak Türkiye ile yapılacak anlaşmaların geçersiz sayılmasını, Ulusal Mutabakat Hükümetinin bundan sonra meşru hükümet olarak tanınmasını istedi. Peki, Türkiye meşruluğu tüm aktörler tarafından tanınmayan bir hükümet ile anlaşma yaparak neyi amaçlıyor?

Arap Baharı başladığında Erdoğan, Arap ülkelerinde rejimlerinin devrileceğini, yerlerine İhvan çizgisindeki partilerin yönetimi ele alacağını düşünüyordu. Sırf bu sebeple Suriye’nin iç işlerine müdahale etti, seçime ikna edilen Esad’a bazı İhvancıların hükümette yer almasını dayatarak ilişkileri çıkmaza soktu. Bölgede oyun kurucu ülke hülyalarıyla iç işlerine müdahale edilen ve Esad’ın devrilmesi için muhaliflerine destek sağlanan Suriye’de gelinen durum ortada.

Erdoğan Libya’yı elde kalan son kale olarak görüyor. Libya’nın İhvancı çizgide devam etmesi adına, BM’nin silah ambargosu kararına rağmen, Ulusal Mutabakat Hükümetini silahlı insansız hava araçları, zırhlı araçlar ve mühimmat ile destekliyor. Libya’da şu anda Türkiye’nin dahil olduğu bir vekalet savaşı yaşanıyor.

General Hafter ile ilişkileri oldukça gergin. Libya Ulusal Ordusu Sözcüsü Ahmed el Mismari, 28 Haziran yaptığı açıklamada Libya limanlarına yaklaşan Türk gemilerini ve hava sahasına giren Türk uçaklarını vuracaklarını söyledi. Bu açıklamadan kısa bir sonra 6 Türk vatandaşının alıkoyuldu.

Daha sonra müdahaleye gerek kalmadan bölgedeki aşiret liderlerinin arabuluculuğu sayesinde vatandaşlarımız serbest bırakıldı.

Bu hareketin gerisinde uzun süredir Ulusal Mutabakat hükümetine yapılan silah yardımı yatıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da 20 Haziran’da yaptığı açıklamada Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne silah temin edildiğini söyledi. Erdoğan göre Türkiye’nin desteği Hafter’e karşı mücadelede sahada denge oluşturdu. Ancak Rusya’nın olaya fiili olarak dahil olması ve General Hafter’i desteklemesi sahada dengeleri değiştireceğe benziyor. Ulusal Mutabakat Hükumeti Başkanı Fayez el-Serrac’ın konumu Türkiye’nin fiili olarak sağlayacağı desteğe bağlı.

Bu desteği verebilme için Erdoğan, kamuoyunun satın alacağını çok iyi bildiği Deniz Yetki Alanlarının sınırlandırılması anlaşmasının yanına “Güvenlik ve Askeri Alanda İş Birliği” anlaşmasını da sıkıştırdı. Bu anlaşma ile Libya liman ve hava alanları dahil Libya topraklarının Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından kullanılmasını düzenlendi. Kamuoyu, Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatlerin korunmasının Libya ile yapılan anlaşmaya bağlı olduğu konusunda günlerce yapılan propaganda sonunda ikna edildi. Bu saatten sonra kimse milli menfaatlerin korunması için Türk Silahlı Kuvvetlerinin Ulusal Mutabakat Hükumetinin desteklemek üzere Libya’ya gönderilmesine itiraz etmeyecektir.

Suriye’de gelinen durum ortada iken, aynı maceranın Libya’da yaşanmaması bu saatten sonra işten bile değil. Zira, Erdoğan şunu çok iyi biliyor, dış politika konularını iç politikada kullandıkça halkın esas gündemi olan işsizlik ve geçim sıkıntısı gündemde kendine çok fazla yer bulamıyor. Bu döngü böyle devam ettikçe de Erdoğan Türkiye’nin gündemini dış politika üzerinden belirliyor.

medyabold

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder