Kapatılan Fatih Üniversitesi öğrencisi Muhammed Emin Turgut, 3,5 yıldır Silivri Cezaevinde bulunan hocası Mümtazer Türköne ile ilgili anıları yazdı.
MUHAMMED EMİN TURGUT
BOLD ÖZEL – Oğuz Atay’ın, üniversitedeki hocası Mustafa İnan’ı anlattığı eserini okuduğumda ‘Benim de bir bilim adamım olmalı’ demiştim. 2013 yıllarının son günleriydi. Televizyonda konuşmasını izlerken görev yaptığı üniversiteye gidip derslerine girmeye karar verdim. Sonradan fark ettim ki, meğer lise yıllarımda köşesini okuduğum yazarmış Mümtaz’er hocam. Yıllardır ben Mustafa İnan’ımı okuyormuşum. Çok uzakta değilmiş. Bulmuşum ama farkında değilmişim.
2014 yılında Fatih Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu yönetimi İngilizce bölümünü tam burslu kazandım. O hukuk bölümünde ders veriyordu. Hazırlığa başlar başlamaz ben de derslerine dışarıdan katılmaya karar verdim. Öğleden önce siyaset, öğleden sonra hukuk dersleri hayatıma keyif katıyordu. Tek hobim buydu. Bir de yüksek lisans derslerine girmeme müsaade ediyordu. Derslerinin bağımlısı olmuştum.
BANAN SORU SORMAYI ÖĞRETMİŞTİ
Bahsettiği bir divan şiiri olsa gidip o şairin divanını komple okuyup hocaya sorular soruyordum. Hocam bana soru sormayı öğretmişti. Konuğunu konuşturmak isteyen sunucuları izliyordum. Nasıl az konuşup da hocayı konuşturduklarını öğrenmeye çalışıyordum. İnternete Mümtaz’er Türköne yazıp katıldığı tüm programları indiriyor, kalem kağıtla not tutuyordum. Buldum Mustafa İnan’ımı kaçırır mıyım hiç!
Divan şiiri üzerine konuşmak için ahengi güçlü anlamı derin bir şiir seçip okuyordum odasında. Keyiflenerek cevap verişleri beni divan şiirine daha da yönlendiriyordu. Derslerde “Kalemle yapılabilecek her şeyi yapabiliyorum; ancak şiir yazamıyorum.” derdi. Hocam böyle söylediği için ona hiçbir zaman şiir yazdığımdan bahsetmemiştim. Şiir yazamama sebebi olarak “Küçük yaşta çok kaliteli şiirler ezberledim. Onların üzerine çıkamayacağımı bildiğim için yazamıyorum” diye açıklama yapardı.
SAVUNMA ONUN İŞİYDİ
Savunma onun işiydi. Bir konu atar ortaya keyifle kenara çekilirdi. Sınıfın göze göz dişe diş gelmek üzere olduğu an üstünlüğü sağlamak üzere olan tarafı farklı bir savunma mekanizmasıyla tuş ederdi. Ders çıkışlarında bazen odasına geçer, yazdığım yazılar üzerine tartışırdık. Ömrümün en güzel zamanlarıymış. Değerini şimdi daha iyi anlıyorum. Bir keresinde sabah kahvaltısını yapmak için yüksek lisans dersine ara vermişti. Ben yine markaja almak için peşine takıldım. Nazikçe, “Muhammedcim kahvaltı yapacağım” dese de “Afiyet olsun hocam. Ben size rahatsızlık vermeden oturacağım” demiştim.
Konuyu yazmaktan açmıştım. “İnsan yazdığı yazıdaki fazlalıkları atamıyor hocam” demiştim. Biraz merakla devam ettim. “Ben o kelimeleri, o cümleleri yazmak için ağır mesailer harcıyorum. Evladım gibiler hocam. Siz nasıl atıyorsunuz fazla yerleri?” demiştim. Çok hoşuna gitmişti bu betimlemem.
HER PERŞEMBE GÜNLERDEN MÜMTAZER TÜRKÖNE’YDİ
Cemil Meriç’in evine gidip çay içtiği anılarından bahsetmişti. Bizi hocamız çağırsa evine biz de gideriz diye sivrilip konuyu artık sizi okul dışı da rahatsız etmeliyime getiriyordum. “Gel Muhammedcim. Ben sana yemek de yaparım” dedi. Çok mutlu olmuştum.
Dönemin son günüydü. Hocamın okulda olacağı son gün… Tam bir sene her perşembe benim için perşemde değildi. O gün günlerden Mümtaz’er Türköne’ydi. O güne özel gömlek ve pantalonlar pazar akşamından ütülenir. Her ihtimale karşılık gömleğin bir yedeği ve yedeğinin de bir yedeği olurdu. Sıralama hazırdır. Perşembe olur, sabah erken kalkılır. Okula giden ilk araçla okula gidilir. Bazen kütüphanede çakra açmak için kitap okunur. Bazen de derslerinde aldığım notlara göz gezdirilirdi.
HER GÜN ÇANTAMDA 3 KİTAP OLURDU
Ne zaman yanından ayrılsam hep kendimden nefret ederdim. Cehaletim canımı sıkıyordu. Her gün çantamda en az 3 kitap olurdu. Divan edebiyatından, öz saf şiirden ve bir adet deneme veya öykü türü kitaplardan. Bunun dışında bir de o hafta derste konuştuğumuz kitap, konu, olay vb şey ne ise ona dair olan kitap(ları) çantamda taşırdım.
Sondan bir önceki hafta “Hocam ben yazın sizin eksikliğinizi çok hissederim. Sizi çok özlerim. Gazetede odanız var mı? Veya üniversiteye gelecek misiniz? Ben her gün okula geleceğim. Ya da takıldığınız vakıf, enstitü vb. bir yer varsa ben de oraya gelip sizi rahatsız etmek istiyorum.” demiştim. Tüm meramımı döktüm. Büyük bir sabırla dinledi. Hiç düşünmeden de cevap verdi. “Eve gelirsin Muhammedcim.” demiş, telefon numarasını da vermişti.
EN HÜZÜNLÜ DERS
En hüzünlü ders son dersiydi. Hukuk birinci sınıfların dersiydi. “Hukuk fakültesinde olmanız sizi kaliteli insan yapmaz. Siz kaliteli bir bölümdesiniz ama kaliteli insanlar değilsiniz. Kaliteli olan hukuktur. Kaliteli işlerle uğraşmalısınız.” demişti.
Devam ederek “Yaz tatilinde tatile gitmeyin. Gidin bir hukuk bürosuna gönüllü çalışın. Avukatla davalara girin. Gerekirse sadece fotokopi çekip çayları taşıyın. Hatta imkanınız olursa dava dilekçesi yazmayı öğrenin!” demişti. Hukuk öğrencisiymişim gibi “Yazın bir hukuk bürosunda gönüllü dava dilekçesi yaz.” notunu almıştım.
Onlarca büroyu aradım. Gönüllü dava dilekçesi yazmayı öğrenmek ve yazmak istediğimi ekliyordum. Geri dönüşler çok sert ve kırıcıydı. “Hazırlık öğrencisini niye alalım?” diye alay ediyorlardı. Piyasanın vazgeçirme çabalarıyla savaşıyordum. Arayışlarıma biraz ara vermiştim ki Kartal’da yürürken gördüğüm bir avukat bürosunu aradım. Çok sıcak ve içten karşılamıştı beni Çiğdem Hanım. Eşiyle birlikte avukatlık yapıyorlardı. Bana masa hatta oda bile vermişlerdi.
DERSİNE GİDER GİBİ HUKUK BÜROSUNA GİTTİM
Sırada hocama anlatacak anı biriktirmem gerekiyordu. Mümtaz’er hocamın dersine gider gibi büroya gitmeye başladım. Sabah erken ve gayet özenli. Avukat Cihan bey bana kızıyordu. “İş gibi düşünme, öğlen uyanınca gel” diyordu. Hocama anı biriktireceğim de diyemiyordum. İlk dava dilekçemi yazdığım gün 24 Haziran 2014’tü. İşe başlayalı 10 gün olmuştu. Akşam bürodan çıktığımda ayaklarım yere değmiyormuşcasına durağa yürüyordum. Sabah saat sekizden beri telefonu elime almamamıştım. Bakınca bir de ne göreyim.
“Sevgili Muhammed,
Mümkünse bu akşam iftara bekliyorum.
Selamlar
Mümtazer”
Hemen hocamı aradım: “Hocam bir mail gelmiş de bana, bugün mü yollamıştınız” dedim. “Evet bu akşam bekliyorum, geç oldu, kusura bakma” demişti. Yahu ne kusuru, teravih saati arasan desen ki gel geçen iftarı yapalım yine garipsemez gelirdim. Buna mı takılayım dedim içimden.
Adresi alır almaz hazırlıktaki hocalarımı arayıp, hocaya iftara davetliyim, ne yapayım mı diye sormadım! Metro istasyonundan koşarak tek nefeste mi çıkmadım! Evine varınca “Hocam neden aramadınız, numaram mı silindi?” diye de tabii ki ufak da bir naz makamı yaptım. Savunması yine basit ve mükemmeldi: “Muhammed’leri karıştırmışım. Yanlışlıkla başka Muhammed’e mail atmışım. O gelemeyeceğini söyleyince sen olmadığını anladım.” demişti. Hemen kendime bir pay çıkarmıştım. Onun hiçbir davetini geri çevirmeyeceğimi biliyordu
BENİ YANINA GÖTÜRÜN
Hocamın özgürlüğü elinden alınınca benim de yaşama sevincime ket vuruldu. “Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan” romanının sonunda okul kapanmıyordu ki… Mustafa İnan fikirlerinden dolayı 10 yıl hapse mahkum edilmiyordu ki… On yıl nasıl geçecek diye düşünmekten uyku düzenim bozulmuştu. Artık çantamda en az 3 kitap yoktu. Artık çantam da yoktu. Neden olsun ki? Beni meraklandıracak, hayretlendirecek hoca mı kalmıştı piyasada.
bir gün beni de gözaltına aldılar. Kapatılan bir üniversitenin öğrencisi olmamdan dolayı saçma sapan sorular soran polislere bile hocamı sormuştum. “Mümtaz’er hocamı çıkarırsanız ne istersen iste benden” demiştim. Güldüler. “Ne gülüyorsunuz, adam bilim adamı, çıkarsanıza” diye diretince deli raporunu verdiler kafadan sanırım. “Peki madem onu çıkarmaya gücünüz yetmiyor. Beni yanına götürün. Biraz hasret gidereyim.” dediğimde de dalga geçtiğimi sandıkları için beni ciddiye almamışlardı.
3 KEZ OKUL BIRAKTIM
Mümtaz’er hocamın özgürlüğü gasp edilmeye başlandığı günden beri 3 kez okulu bırakmıştım. Artık yazarlık hevesi, akademisyenlik hevesi, araştırma hevesi diye hiçbir zevkim ve hobim kalmamıştı.
Kızıyla konuşurken ara ara hocamla olan anılarımdan bahseder yüreğimdeki yarayı dağlardım. Onunla olan anılarım, fotoğraflarım ve hatta ders notlarım bile duruyor demiştim. Silmezsem benim de başıma sıkıntı gelebileceğini söylemişti. Silsem bu sefer de tüm dayanaklarım ve umutlarım biterdi. Gelecekse bunlardan zarar gelsin, demiştim.
Tüm bunlardan geriye kalan tek gerçek, Mustafa İnan’ımı kaybetmeme rağmen, ona olan özlemimi ve hayranlığımı kaybetmemiş olmamdı. Her an dışarı çıkabilir diye bekledim ülkemde. Çıktığında Muhammed nerede diye sorar mı bilmem ama sorarsa diye umutlanıp beklemiştim. Nasıl giderdim? Hocam gözüm yollarda kaldı, diyemeden. Mektup yazacak yüz bulamıyordum. Sorsa ne okudun, ne yaptın? Heybem boşken karşısına çıkamazdım.
Bir yandan da “Koskoca yazara nasıl mektup yazılır?” diyordum. Kafamda, belki onlarca belki yüzlerce, mektup yazmıştım. Hatta birkaç kez oturup yazayım demiştim. Utanmıştım. Cevap verirse “Muhammed’cim neden aklına geç geldim” derse ne derim diyordum. Bardak doldu, taştı. Yıllardır kafamda döndürdüğüm tüm diyaloglar bilinçaltıma baskı yapmış sanırım. En sonunda rüyama da girip “Neden yazmadın?”ı zihnim onun ağzından dillendirince vefasızlığımdan şüphe duymamaya başladım. O çıkacak eminim ama ben onu çıkarken artık karşılayamayacağım.
medyabold
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder