Son on gün içinde açlık grevine giden dört mahkum hayatını kaybetti. Zülküf Gezen, Ayten Beçet ve Zehra Sağlam’ın ardından Mardin E Tipi Kapalı Cezaevi’nde kalan Medya Çınar’ın da ‘tecridi protesto etmek’ için yaşamını sonlandırdığı bildirildi. Romancı yazar Oyaz Baydar t24’de bu ölümlere dikkat çeken bir yazı kaleme aldı. Oya Baydar’ın “Ölümlere dur demeyen herkes sorumludur” başlıkla yazısından bir bölüm şöyle:
HDP Milletvekili Leyla Güven’in açlık grevi 139. gününü doldururken, “Aslolan hayattır” diyenlerin korktuğu kötü haberler peş peşe gelmeye başladı: Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması talebiyle hapishanelerde ve dışarda başlatılan açlık grevleri yer yer intihar eylemlerine dönüştü. Yeni ölüm haberleri gelmeden, intiharları ve açlık grevlerini durdurmak için elden gelen her şeyi acilen yapmanın zamanıdır.
BU DEVLETİ HİÇ Mİ TANIMIYORLAR?
Duyarlı kişiler, örgütler, insan hakları dernekleri, sivil toplum kuruluşları baştan beri devlete, iktidara seslenmeye çalıştılar. Başvurmadık yetkili, aşındırmadık kapı kalmadı. İnsan yaşamını hiçe sayan devlet ve zihniyet beklendiği gibi sağır dilsiz kaldı. Bu köşede defalarca, geçmişten örnekler vererek yazıldı; açlık grevlerinin yaygınlaştırılması kararını alanların bu devleti hiç mi tanımadıkları soruldu (ki onlarca yıldır en çok onlar, yani Kürt hareketi maruz kalmıştı devlet zulmüne). 1999’da F tipi direnişlerinde 143 gencecik insanın ölümünü duyarsızca seyretmiş yüce Türk devleti, bugünün kıyaslanmayacak kadar kötü toplumsal-siyasal ortamında, Kürt sorununu savaşla, şiddetle çözmeye yeltenirken mi rikkate gelecekti?
ÖRGÜT, İNSAN YAŞAMINI DEĞİL ÇIKARINI DÜŞÜNÜYOR
Özetle, tecridin kaldırılması gibi gerek insan hakları gerekse hukuk açısından son derece haklı bir talep uğruna da olsa, örgütün açlık grevlerini yaygınlaştırma çağrısının ve bu çağrıya verilen desteğin amaca ulaşma açısından yanlış, zamansız olduğunu; insan yaşamını değil örgüt çıkarlarını öne aldığını düşünüyorum. Leyla Güven’in kendi iradesiyle -başkalarınınkini değil kendi yaşamını ortaya koyarak- başlattığı eylemi insanî, vicdanî, etik açıdan farklı ve üstün bir yere koysam da doğru ve sonuç alıcı göremiyorum.
ARTIK YETER! KARNIMIZDAN KONUŞMAYI BIRAKALIM
Açlık grevlerinin başından beri, dört göz arası konuşmalarda benzer düşünceleri dile getirenler çoğunluktaydı. Devlete, iktidara sesleniyor, bildiriler, açıklamalar yayımlıyor, yetkililerin yarın öbür gün yaşanabilecek ölümlerden veya giderilemez kalıcı sakatlıklardan sorumlu olacaklarını yazıyor, söylüyorduk. Ama iş, açlık grevlerini yaygınlaştırma talimatı verenlere gelince suskunluk başlıyordu.
Suskunluğun nedeni, öncelikle Leyla Güven’in kişiliğine, haklılığına ve fedakârca eylemine saygıydı. Eylemini tahliyesinden sonra evde sürdürürken kendisine yapılan ziyaretler onu yaşatmak, birlikte sesini daha iyi duyuracağımıza ikna etmek, kamuoyunun dikkatini konuya çekebilmek içindi. Kısaca, -örgüt çevreleri hariç- Leyla’ya destek, açlık grevlerine değil onun yaşamınaydı. Açlık grevlerinin yaygınlaştırılması kararını alanlar için ise aslolan hayat değil örgütün/davanın yüce çıkarlarıydı. “Kendini ölüme, gün be gün erimeye, bilincinin kararmasına teslim etme, ancak yaşayanlar savaşabilir” demiyorlar, Güven’in yaşamını değil eylemi yüceltiyorlardı.
Daha acı gelişmelerle karşılaşmamak, sorumluluğumuzu yerine getirmek için artık karnımızdan konuşmaktan vazgeçmeliyiz. Gerçeklerle yüzleşmenin, bu gerçekleri bütün sorumlulara yüksek sesle söylemenin zamanı geldi geçiyor. Evet, devletten/iktidardan başlayarak; ama açlık grevlerini yaygınlaştırma çağrısı yapanları da bu kararı gözden geçirmeye çağırarak…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder