ÖDP Başkanlar Kurulu Üyesi Alper Taş, CHP’nin Beyoğlu Belediye Başkan Adayı oldu. İsminin duyurulmasından sonra ilk açıklamayı yaptı.
CHP Parti Meclisi toplantısında ÖDP Başkanlar Kurulu Üyesi Alper Taş’ın İstanbul’da Beyoğlu Belediye Başkan adayı olmasına, oy birliği ile karar verildi.
Gazete Duvar’dan Nergis Demirkaya’ya konuşan Alper Taş, “CHP Parti Meclisi’ne teşekkür ediyorum. Büyük bir güven duymuşlar, büyük bir güven vermişiz. Parti Meclisi’ne teşekkür ederim. Hepimiz açısından eşitlik, özgürlük, dayanışma, barış gibi değerleri savunan herkes adına güzel şeyler yapacağımıza inanıyoruz. Bize inananları mahcup etmeyeceğimize inanıyoruz” dedi.
Seçimi kazanacaklarını söyleyen Taş, “Kazanacağız. Kazanmak için her şeyi yapacağız. Ama kazanmak iki türlü olur. Bir politik olarak kazanır, aritmetik olarak kaybedersiniz. Bir de aritmetik olarak kazanır ama politik olarak kaybedersiniz. Biz her ikisini de kazanmayı amaçlayacağız, hedefleyeceğiz. Ama esasen fikri olarak politik olarak kazanmak ve Türkiye’ye yeni bir soluk, nefes aldırmak konusunda, başka bir alan pencere açmak noktasında elimizden gelen tüm çabayı göstereceğiz” diye konuştu.
ÖDP GENEL BAŞKANLIĞI YAPTI
Alper Taş 1967 doğumlu Hemşinli siyasetçi. Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) genel başkanlığı yaptı.
Gazetecilik mezunu olan Taş, gençlik yıllarında devrimci gençlik mücadelesinin örgütleyicileri arasında yer aldı. ÖDP‘nin kuruluşunda bulundu. Partide Beykoz ilçe yöneticiliği, İstanbul İl Örgütü yöneticiliği, İstanbul İl Başkanlığı, Parti Meclisi üyeliği ve Genel Başkan Yardımcılığı görevlerini yürüttü. 2009 yılında yapılan 6. Olağan Büyük Kongre’de Genel Başkanlığa seçildi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın özellikle üzerinde durduğu “Millet Bahçesi” projesinin yeni adresi “Türkiye’nin Maldivleri” olarak bilinen 300 bin metrekarelik Salda Gölü oldu. Dünyada Mars’a benzeyen iki yerden biri olarak tanınan Salda Gölü’ne yapılacak “Millet Bahçesi” projesi sosyal medyada tepki topladı.
BAKAN KURUM: ADI ‘SALDA MİLLET BAHÇESİ’ OLACAK
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un Burdur’a gerçekleştirdiği ziyarette Yeşilova ilçesindeki Salda Gölü’ne “Millet Bahçesi” yapılacağını vurguladı. 2018 yılında 500 bin ziyaretçi alan Salda Gölü’ne yapılacak proje kapsamında bölgede yeni istihdam kapılarının açılacağını belirten Bakan Kurum, “İnsanların 7 gün 24 saat burada vakit geçirmelerine imkân tanınacak” şeklinde konuştu.
Salda Gölü’nde 300 bin metrekarelik bir alanda Millet Bahçesi’nin inşa edileceğini açıklayan Bakan Murat Kurum, Burdur’a ikinci Millet Bahçesi’nin Salda Gölü’ne yapılacağını vurguladı. Türkiye’de 78 bin kilometrekarelik özel çevre koruma bölgesinin olduğunu belirten Kurum, bu proje kapsamında koruma altına alınacak alanın 133 bin kilometreye çıkartacaklarını aktardı.
Salda Gölü sadece "doğal bir güzellik" DEĞİL. Mars'ın ilk evrelerinde ve Satürn'ün uydusu Enceladus'ta yaşam olabilir mi araştırmaları yapılıyor orada. Dünyanın en önemli bilim dergilerinden Newscientist'te bu konuda makale yayınlandı.https://t.co/9fLRaXPaFZhttps://t.co/4f7Sij5Zhu
2018 yılı içerisinde Salda Gölü’ne 500 binin üzerinde ziyaretçi geldiğini ifade eden Bakan Kurum, “Buraya yapılacak düzenlemeler, buradaki istihdamı artıracak, burayı ve buradaki canlıları korumak adına ve gelecek nesillere korunmuş olarak aktarmak adına çok önemli bir proje gerçekleştirmiş olacağız” dedi.
Salda Gölü’nün Türkiye’nin ilkleri arasında yer aldığını vurgulayan Bakan Kurum, “Burası sadece yaz aylarında değil, kış aylarında da Salda Kayak Merkezi ile hem kayak turizmi hem de doğal güzellikleri bir arada göreceğimiz çok güzel bir doğa harikası. Masmavi gölleriyle, bembeyaz kumsalıyla burası dünyada eşine nadir rastlanan bir bölge. Biz burayı, çevreyi ve şehirleri korumak adına özel koruma bölgesi ilan edeceğiz.” dedi.
OTOPARK VE TESİSLER YAPILACAK
“Salda Gölü’nün bulunduğu alana 300 bin metrekarelik Salda Millet Bahçesi yapacağız.” diyen Bakan Kurum, “ Bu da bir ilk olacak. Bu Millet Bahçesi projesi çerçevesinde yaklaşık 450’ye yakın bir otopark alanı, geliş ve gidiş yollarını daha iyi yapmak suretiyle, bu bölgeye gelen vatandaşlarımızın bungalov evler ve kafeteryalarda dinlenmesi, yürüyüş yollarında gezmesini sağlayacak çalışmayı da bu proje içinde yapmış olacağız.” diye konuştu.
Salda Gölü’ne yapılacak olan Millet Bahçesi projesine çevre dostları ve uzmanlar, sosyal medyadan tepki gösterdi. Uzmanlara göre dünyada benzeri olamayan bir kumsala sahip olan Salda Gölü’ne ‘ayak dahi basılmaması’ gerekiyor. Projenin ranta ve doğanın tahribatına neden olacağını vurgulayan çevre dostları, projeden biran önce vaz geçilmesini istiyor.
Antarktika’nın batısında Thwaites buzulunun altında 14 milyar ton buzun sığabileceği boşluk tespit edildi. NASA keşif ve anlamını paylaştı.
ABD Havacılık ve Uzay Dairesi’nden (NASA) yapılan açıklamada, Thwaites buzulunun altında en az 300 metre yüksekliğinde devasa bir boşluğun belirlendiği kaydedildi.
“ERİME DAHA HIZLI OLUYOR”
NASA’nın Jet İtiş Laboratuvarında görevli araştırmacı Pietro Milillo, buzulun altında bu kadar büyük bir boşluğun olmasının buzulların erimesinde büyük bir role sahip olduğunu belirtti. Milillo, “Daha fazla sıcaklık ve suyun buzulun altına ulaşması halinde erime de daha hızlı oluyor” ifadesini kullandı.
DENİZ SEVİYESİNDEKİ YÜKSELMENİN YÜZDE 4’ÜNDEN SORUMLU
Thwaites buzulundaki erimenin deniz seviyesindeki yükselmenin yaklaşık yüzde 4’ünden sorumlu olduğu bildirildi.
Antarktika’nın batısında Thwaites buzulunun altında 14 milyar ton buzun sığabileceği boşluk tespit edildi. NASA keşif ve anlamını paylaştı.
ABD Havacılık ve Uzay Dairesi’nden (NASA) yapılan açıklamada, Thwaites buzulunun altında en az 300 metre yüksekliğinde devasa bir boşluğun belirlendiği kaydedildi.
“ERİME DAHA HIZLI OLUYOR”
NASA’nın Jet İtiş Laboratuvarında görevli araştırmacı Pietro Milillo, buzulun altında bu kadar büyük bir boşluğun olmasının buzulların erimesinde büyük bir role sahip olduğunu belirtti. Milillo, “Daha fazla sıcaklık ve suyun buzulun altına ulaşması halinde erime de daha hızlı oluyor” ifadesini kullandı.
DENİZ SEVİYESİNDEKİ YÜKSELMENİN YÜZDE 4’ÜNDEN SORUMLU
Thwaites buzulundaki erimenin deniz seviyesindeki yükselmenin yaklaşık yüzde 4’ünden sorumlu olduğu bildirildi.
Spor Toto Süper Lig’de 20. hafta Fenerbahçe-Göztepe maçı ile başladı. Geçen hafta Evkur Yeni Malatyaspor’u 3-2’yle geçen Fenerbahçe, evinde bu kez de Göztepe’yi 2-0 mağlup etti ve 23 puanla maç fazlasıyla 12. sıraya çıktı.
Galatasaray’a 1-0 yenilerek iki maçtır puana uzak kalan Göztepe ise üst üste 3. kez yenildi ve 22 puanla 13. sıraya gerileyerek tehlike hattına yaklaştı.
Fenerbahçe’nin golleri 7’de Andre Ayew ve 73’te Victor Moses’tan geldi. Moses, Türkiye kariyerindeki ilk isabetli şutunda ilk golüne imza atmış oldu ve takımını 2-0’la son bölümde rahatlattı.
Göztepe’de Jerome, 50’de Sadık Çiftpınar’a müdahalesiyle direkt kırmızı kart gördü ve takımını 10 kişi bıraktı. Acı içinde yerde kalan ancak ilk tedavisinin ardından oyuna devam eden Sadık, daha sonra 68’de oyundan çıkmak zorunda kaldı.
Fenerbahçe’de kart cezalıları Hasan Ali Kaldırım ve Martin Skrtel, Göztepe maçında forma giyemedi. Öte yandan sarı-lacivertlilerde Roberto Soldado, Mehmet Topal, İsmail Köybaşı, Mauricio Isla ve Yassine Benzia sarı kart ceza sınırında bulunuyor.
Takıma transfer döneminin son gününde dahil olan Miha Zajc, Tolgay Arslan ve Serdar Aziz’den, Tolgay ve Serdar kulübede görev bekledi. Tolgay, 64’te Benzia’nın yerine oyuna dahil oldu. Bir başka yeni transfer Victor Moses da aynı dakikada Andre Ayew’in yerine oyuna girdi.
Sarı-lacivertlilerde ayrıca Harun Tekin, Michael Frey, Oğuz Güçtekin ve Erten Ersu’nun sakatlığı devam ediyor. Göztepe’de ise Poko cezalı durumdayken N’Gando, Adama Traore, Hakan Çinemre, Nabil Ghilas, Kerem Atakan Kesgin ve Lamine Gassama’nın sakatlığı sürüyor.
THREATS ON cyber security are a growing concern as there are far fewer people who are skilled enough to fight new technologies used by hacks.
Stephen Cobb, a senior security researcher at ESET, the sector needs around three million cyber security specialists (CSS) globally. ESET is an IT security company that offers anti-virus and firewall products such as ESET NOD32.
Asia-Pacific region and developing countries are in need of CSS
According to the Cobb, the Asia-Pacific Region and developing countries are mostly in need these skilled specialists. ISC, a Certificated Cyber Security Specialists Union, published a report, which shows at around 2.9 million CSS have to be employed globally.
The ISC report made public by ESET, its highlighted that mainly Asia-Pacific region is ranked first in personal demand. Around 2,14 million personal demand emerged developing economies, technology developing companies, and countries have ‘new data privacy regulations.
According to the same report, North America is ranked second with 498 000 and EMEA region, which also includes Europe, is ranked third with 142 000 and South America is at fourth place as per CSS demands.
ISC is far from exaggerating the CSS gap
Cobb pointed out the ISC research surely doesn’t exaggerate the demand gap on CSS in the global level. “In my survey, which I carried out in 2016, the percentage of the people who thinks finding talented CSS is moderate or highly hard was 83,” said Cobb.
Continuing his determinations on the ISC report, Cobb stated in the same survey 63% of participants think there is ‘insufficient personnel’ on cyber security area while 60% of participants think there are serious ‘cyber-attack risks’ in ‘middle’ and the ‘advanced’ level due to few properly-skilled personnel.
Lack of investment in skilled personnel
Cobb observed there has been a failure in lacking the effort to attract more personnel to obtain cyber security personnel, both in the public and private sectors.
Cobb said companies and countries are also not investing in new technologies and failing to invest in getting skilled employees with appropriate qualifications.
New devices, new cyber attacks
Every new device, which connects to the Internet increases potential attack areas. There is a need for new, required skills to meet the level of these new technological devices. From drones, smart audio systems and smart houses to cars, these have brought potential security gaps, which evil-minded can use to make quick cash as cyber-attacks.
Özellikle İstanbul trafiğinin kâbusu haline gelen hafriyat kamyonu ve beton mikserlerinin karıştığı kazalarda 2018 yılında 253 kişi hayatını kaybetti. Ölümlerin 22’si İstanbul’da yaşandı.
BOLD- Son yıllarda başta İstanbul trafiği olmak üzere, büyükşehirlerde tam bir hafriyat kamyonu ve beton mikseri terörü yaşanıyor. İnşaat yatırımlarının patlamasıyla yollara düşen binlerce hafriyat kamyonu ve beton mikseri, özellikle binek otomobillerin adeta kabusu olmuş durumda.
Kamyon şoförlerinin, boş gittiklerinde trafikte yaptıkları slalomlar ve sürekli sol şeridi kullanmaları büyük tepki topluyor. İnşaat şirketlerinin ve kamu kurumlarının bu soruna çözüm bulmaması da tepkileri artırıyor.
İSTANBUL’DA 22 ÖLÜM
2016 yılında Kadıköy Yoğurtçu Parkı’ndaki yürüyüş yolunda, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait hafriyat kamyonunun çarpması sonucu hayatını kaybeden Şule İdil Dere’nin ailesi “Türkiye ve İstanbul hafriyat kamyonu ve beton mikseri can kaybı” isimli rapor hazırladı.
Rapora göre 2018 yılında Türkiye’de hafriyat kamyonu ve beton mikserlerinin karıştığı kazalarda 253 kişi hayatını kaybetti, 943 kişi de yaralandı.
253 ölümün 22’si İstanbul’da gerçekleşti. 22 kişiden 15’i hafriyat kamyonunun karıştığı olaylarda hayatını kaybetti.
BİR YILDA YÜZDE 80 ARTIŞ
2017 yılında bu tip kazalarda hayatını kaybeden insan sayısı 141. Sadece bir yılda hafriyat kamyonlarının karıştığı kaza oranındaki yüzde 80 artışa dikkat çeken raporda, “Yasaların zorunlu kıldığı can güvenliği tedbirini almayan, alınması sağlanamayan, denetlenemeyen, açık arazi için tasarlanmış hafriyat kamyonu ve benzeri ağır tonajlı araçlar şehirden çekilmelidir.” denildi.
ŞEHİR TRAFİĞİNE UYGUN ARAÇLARA GEÇİLMELİ
Raporda, kentsel dönüşüm adı altında gerçekleştirilen kuralsız ve denetimsiz bina yenileme çalışmalarına işaret edildi. Bu çalışmalarda 40-50 tonla şehir trafiğinde seyreden araçlar kullanıldığı ve bunun tek çözüm olmadığı vurgulandı.
Raporda, şehir trafiğine uygun ikame araç kullanılması teklifi yer aldı.
Özellikle İstanbul trafiğinin kâbusu haline gelen hafriyat kamyonu ve beton mikserlerinin karıştığı kazalarda 2018 yılında 253 kişi hayatını kaybetti. Ölümlerin 22’si İstanbul’da yaşandı.
BOLD- Son yıllarda başta İstanbul trafiği olmak üzere, büyükşehirlerde tam bir hafriyat kamyonu ve beton mikseri terörü yaşanıyor. İnşaat yatırımlarının patlamasıyla yollara düşen binlerce hafriyat kamyonu ve beton mikseri, özellikle binek otomobillerin adeta kabusu olmuş durumda.
Kamyon şoförlerinin, boş gittiklerinde trafikte yaptıkları slalomlar ve sürekli sol şeridi kullanmaları büyük tepki topluyor. İnşaat şirketlerinin ve kamu kurumlarının bu soruna çözüm bulmaması da tepkileri artırıyor.
İSTANBUL’DA 22 ÖLÜM
2016 yılında Kadıköy Yoğurtçu Parkı’ndaki yürüyüş yolunda, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait hafriyat kamyonunun çarpması sonucu hayatını kaybeden Şule İdil Dere’nin ailesi “Türkiye ve İstanbul hafriyat kamyonu ve beton mikseri can kaybı” isimli rapor hazırladı.
Rapora göre 2018 yılında Türkiye’de hafriyat kamyonu ve beton mikserlerinin karıştığı kazalarda 253 kişi hayatını kaybetti, 943 kişi de yaralandı.
253 ölümün 22’si İstanbul’da gerçekleşti. 22 kişiden 15’i hafriyat kamyonunun karıştığı olaylarda hayatını kaybetti.
BİR YILDA YÜZDE 80 ARTIŞ
2017 yılında bu tip kazalarda hayatını kaybeden insan sayısı 141. Sadece bir yılda hafriyat kamyonlarının karıştığı kaza oranındaki yüzde 80 artışa dikkat çeken raporda, “Yasaların zorunlu kıldığı can güvenliği tedbirini almayan, alınması sağlanamayan, denetlenemeyen, açık arazi için tasarlanmış hafriyat kamyonu ve benzeri ağır tonajlı araçlar şehirden çekilmelidir.” denildi.
ŞEHİR TRAFİĞİNE UYGUN ARAÇLARA GEÇİLMELİ
Raporda, kentsel dönüşüm adı altında gerçekleştirilen kuralsız ve denetimsiz bina yenileme çalışmalarına işaret edildi. Bu çalışmalarda 40-50 tonla şehir trafiğinde seyreden araçlar kullanıldığı ve bunun tek çözüm olmadığı vurgulandı.
Raporda, şehir trafiğine uygun ikame araç kullanılması teklifi yer aldı.
Erzurum’da önceki gün dünyaya gözlerini açan Yusuf Burak (2 günlük) kalbi delik olduğu halde annesi Şeyma Tekin’le (24) birlikte cezaevine konuldu.
Erzurum E Tipi Kapalı Cezaevi’ne gönderilen Yusuf bebek cezaevi şartlarıyla annesinin karnında henüz 5.5 aylıkken tanıştı. Anne Tekin, bir iftira sonucu ByLock kullandığı iddiasıyla önce gözaltına alındı ardından da tutuklandı. Önceki gün doğum yapan Şeyma Tekin hamile olarak hapishanedeyken işleri bozulacağı gerekçesiyle eşi tarafından da boşanmıştı. Tekin’in yakınlarının genç kadının bebeği ile birlikte tekrar hastaneden cezaevine gönderilmemesi için yaptığı bütün çağrılar yanıtsız kaldı.
HDP Kocaeli Milletvekili ve insan hakları aktivisti Ömer Faruk Gergerlioğlu, yaptığı paylaşımda, “Zayıf düşmüş anne ve bebek 25 kişilik koğuşa gönderilmiş. Refakatçiyi zor bela en sonunda kabul etmişler ama bebeğin fotoğrafı çektirilmemiş” dedi.
‘BÖYLE ADALET NEREDE VAR’
Şeyma Tekin’in babası Halil Tekin ise sesini duyurmak için açtığı sosyal medya hesabından, şunları yazdı:
“Hastene kapısı İsrail’in duvarından beter. İki er, bir astsubay, bir gardiyan. Dedim kızıma bir döner getiriyim bırakmadı komutan. Böyle bir adalet dünyanın neresinde var. Gelde ağlama! Allahım senin adaletinin tecelli etmesini bekliyorum. Yusuf’u kuyudan kurtaran Allah’ım (cc) kurtar… Amin.”
Baba Tekin ayrıca şunları söyledi:
“Kızım Şeyma Tekin için dua eden herkese teşekkür ediyorum. Allah ebeden razı olsun. Cezaevinde de olsa şükür doğum gerçekleşti. Yarın cezaevine götürecekler. Herkes için adaletin yaşandığı yerden adalet istiyorum inşallah.”
Hayatının en güzel günlerini en sıkıntılı şekilde yaşamak zorunda kalan Şeyma Tekin, 2017’de evlendi, 7 ay önce tutuklandı, 2 ay önce de eşi tarafından boşandı.
Önceki gece saat 23:00 sularında Erzurum Nenehatun Kadın Doğum Hastanesi’ne götürülen Şeyma Tekin sabah 11:00’de bir erkek çocuk dünyaya getirdi.
AİLESİ VE SİYASETÇİLER SEFERBER OLDU AMA…
Doğum yaptığı hastaneden soğuk ve sağlıksız ortamdaki cezaevine dönecek olan Tekin için yakınları ve siyasetçiler tutuksuz yargılanması çağrısı yaptı. HDP Kocaeli Milletvekili ve insan hakları aktivisti Ömer Faruk Gergerlioğlu, Adalet Bakanlığı’nı etiketleyerek “Bu insafsızlık 2019 Türkiye’sinde yaşanıyor. Lohusa anneleri bebekleriyle cezaevinde tutan hukuksuz anlayış!” diyerek şöyle seslendi:
“Erzurum’da hamile tutuklu Şeyma Tekin bugün doğum yapmış nihayet. Yanında ne refakatçisi var ne de tahliye haberi! Soğuk cezaevi koğuşuna bebeğiyle dönecek Bu insafsızlık 2019 Türkiye’sinde yaşanıyor. Lohusa anneleri bebekleriyle cezaevinde tutan hukuksuz anlayış!”
Şeyma Tekin Erzurum’un Uzundere ilçesinde henüz 5.5 aylık hamileyken ByLock kullandığı iddiasıyla gözaltına alındı. Tutuklanıp cezaevine gönderilince eşi tarafından yaptığı turizm işleri zarar görmesin diye boşanma işlemleri gerçekleştirildi.
Doktorların “Seni bu halde nasıl cezaevinde tutuyorlar” dediği Şeyma Tekin hastanede refakatçisi olmadan yalnız başına doğum yaptı. Yakınları, sivil toplum kuruluşları ve siyasetçiler genç kadının bebeği ile birlikte tekrar cezaevine dönmemesi için çağrı yaptı.
‘BENİM KIZIM LEKESİZ PAMUK’
Şeyma Tekin’in babası Halil Tekin yaşanan gelişmeleri, “Bize dün sabah 9:30’da haber verdiler, hemen gittik hastaneye, doğuma bile almadılar. Annesi akşam üzeri beş gibi gidebildi yanına. Benim bir kızım var. Gözümüzden sakındık, böyle oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nde adalet nasıl işliyor, ben anlamıyorum, ben cahil birisiyim. Ortaokul mezunuyum. Biz burada kırsalda yaşıyoruz. İsim vermeyle benim kızımı tutukladılar, bir şey sormadılar. Bu nasıl bir şey, ne diyeyim. Biz ne yaptık! Benim kızım lekesiz bir pamuk. Allah yardım etsin.” dedi.
Erzurum’da önceki gün dünyaya gözlerini açan Yusuf Burak (2 günlük) kalbi delik olduğu halde annesi Şeyma Tekin’le (24) birlikte cezaevine konuldu.
Erzurum E Tipi Kapalı Cezaevi’ne gönderilen Yusuf bebek cezaevi şartlarıyla annesinin karnında henüz 5.5 aylıkken tanıştı. Anne Tekin, bir iftira sonucu ByLock kullandığı iddiasıyla önce gözaltına alındı ardından da tutuklandı. Önceki gün doğum yapan Şeyma Tekin hamile olarak hapishanedeyken işleri bozulacağı gerekçesiyle eşi tarafından da boşanmıştı. Tekin’in yakınlarının genç kadının bebeği ile birlikte tekrar hastaneden cezaevine gönderilmemesi için yaptığı bütün çağrılar yanıtsız kaldı.
HDP Kocaeli Milletvekili ve insan hakları aktivisti Ömer Faruk Gergerlioğlu, yaptığı paylaşımda, “Zayıf düşmüş anne ve bebek 25 kişilik koğuşa gönderilmiş. Refakatçiyi zor bela en sonunda kabul etmişler ama bebeğin fotoğrafı çektirilmemiş” dedi.
‘BÖYLE ADALET NEREDE VAR’
Şeyma Tekin’in babası Halil Tekin ise sesini duyurmak için açtığı sosyal medya hesabından, şunları yazdı:
“Hastene kapısı İsrail’in duvarından beter. İki er, bir astsubay, bir gardiyan. Dedim kızıma bir döner getiriyim bırakmadı komutan. Böyle bir adalet dünyanın neresinde var. Gelde ağlama! Allahım senin adaletinin tecelli etmesini bekliyorum. Yusuf’u kuyudan kurtaran Allah’ım (cc) kurtar… Amin.”
Baba Tekin ayrıca şunları söyledi:
“Kızım Şeyma Tekin için dua eden herkese teşekkür ediyorum. Allah ebeden razı olsun. Cezaevinde de olsa şükür doğum gerçekleşti. Yarın cezaevine götürecekler. Herkes için adaletin yaşandığı yerden adalet istiyorum inşallah.”
Hayatının en güzel günlerini en sıkıntılı şekilde yaşamak zorunda kalan Şeyma Tekin, 2017’de evlendi, 7 ay önce tutuklandı, 2 ay önce de eşi tarafından boşandı.
Önceki gece saat 23:00 sularında Erzurum Nenehatun Kadın Doğum Hastanesi’ne götürülen Şeyma Tekin sabah 11:00’de bir erkek çocuk dünyaya getirdi.
AİLESİ VE SİYASETÇİLER SEFERBER OLDU AMA…
Doğum yaptığı hastaneden soğuk ve sağlıksız ortamdaki cezaevine dönecek olan Tekin için yakınları ve siyasetçiler tutuksuz yargılanması çağrısı yaptı. HDP Kocaeli Milletvekili ve insan hakları aktivisti Ömer Faruk Gergerlioğlu, Adalet Bakanlığı’nı etiketleyerek “Bu insafsızlık 2019 Türkiye’sinde yaşanıyor. Lohusa anneleri bebekleriyle cezaevinde tutan hukuksuz anlayış!” diyerek şöyle seslendi:
“Erzurum’da hamile tutuklu Şeyma Tekin bugün doğum yapmış nihayet. Yanında ne refakatçisi var ne de tahliye haberi! Soğuk cezaevi koğuşuna bebeğiyle dönecek Bu insafsızlık 2019 Türkiye’sinde yaşanıyor. Lohusa anneleri bebekleriyle cezaevinde tutan hukuksuz anlayış!”
Şeyma Tekin Erzurum’un Uzundere ilçesinde henüz 5.5 aylık hamileyken ByLock kullandığı iddiasıyla gözaltına alındı. Tutuklanıp cezaevine gönderilince eşi tarafından yaptığı turizm işleri zarar görmesin diye boşanma işlemleri gerçekleştirildi.
Doktorların “Seni bu halde nasıl cezaevinde tutuyorlar” dediği Şeyma Tekin hastanede refakatçisi olmadan yalnız başına doğum yaptı. Yakınları, sivil toplum kuruluşları ve siyasetçiler genç kadının bebeği ile birlikte tekrar cezaevine dönmemesi için çağrı yaptı.
‘BENİM KIZIM LEKESİZ PAMUK’
Şeyma Tekin’in babası Halil Tekin yaşanan gelişmeleri, “Bize dün sabah 9:30’da haber verdiler, hemen gittik hastaneye, doğuma bile almadılar. Annesi akşam üzeri beş gibi gidebildi yanına. Benim bir kızım var. Gözümüzden sakındık, böyle oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nde adalet nasıl işliyor, ben anlamıyorum, ben cahil birisiyim. Ortaokul mezunuyum. Biz burada kırsalda yaşıyoruz. İsim vermeyle benim kızımı tutukladılar, bir şey sormadılar. Bu nasıl bir şey, ne diyeyim. Biz ne yaptık! Benim kızım lekesiz bir pamuk. Allah yardım etsin.” dedi.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, “Türkiye’nin Maldivleri” olarak anılan Burdur’daki Salda Gölü’ndeki koruma alanını artıracaklarını kaydederek, “Biz burayı Cumhurbaşkanlığımızın dün açıkladığı manifesto çerçevesinde çevreyi korumak adına, şehirlerimizi korumak adına özel çevre koruma bölgesi ilan edeceğiz. Bu ilan çerçevesinde, bulunduğumuz yaklaşık 300 bin metrekarelik alanda Salda ‘millet bahçesi’ yapacağız. Bu da bir ilk olacak” dedi.
Bölgeye otopark, festival alanı, tuvalet, mescit, kafeterya, gibi yapıların inşa edileceğini dile getiren Kurum, şöyle devam etti:
“Millet Bahçesi Projesi çerçevesinde buraya gelen turistlerimiz, yapacağımız otoparkta araçlarını park edecek. Geliş gidiş yollarını daha iyi şartlar altında yapmak suretiyle bu bölgeye gelen vatandaşımızın bungalov evlerde, kafeteryalarda dinlenmesi, yürüyüş yollarında, gezinti alanlarında gezmesini sağlayacak birçok düzenlemeyi de bu proje kapsamında yapmış olacağız.”
Cumhuryet Halk Partisi (CHP) Parti Meclisi toplantısında Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖDP) Başkanlar Kurulu Üyesi Alper Taş’ın İstanbul’da Beyoğlu Belediye Başkan adayı olmasına, oy birliği ile karar verildi.
Kararı değerlendiren Taş, “Büyük bir güven duymuşlar, büyük bir güven vermişiz. Parti Meclis’ne teşekkür ederim. Hepimiz açısından eşitlik, özgürlük, dayanışma, barış gibi değerleri savunan herkes adına güzel şeyler yapacağımıza inanıyoruz. Bize inananları mahcup etmeyeceğimize inanıyoruz” dedi.
“Kazanacağız. Kazanmak için her şeyi yapacağız. Ama kazanmak iki türlü olur. Bir politik olarak kazanır, aritmetik olarak kaybedersiniz. Bir de aritmetik olarak kazanır ama politik olarak kaybedersiniz. Biz her ikisini de kazanmayı amaçlayacağız, hedefleyeceğiz. Ama esasen fikri olarak politik olarak kazanmak ve Türkiye’ye yeni bir soluk, nefes aldırmak konusunda, başka bir alan pencere açmak noktasında elimizden gelen tüm çabayı göstereceğiz.”
New York (BOLD)-ABD’nin Virginia Valisi Ralph Northam, 1984’teki üniversite öğrenci yıllığında ırkçı fotoğraflar kullandığını iddiasını kabul etmedi. Demokrat Vali Northam istifa etmeyeceğini açıkladı.
Başta Demokrat Parti olmak üzere birçok kesimden büyük tepki toplayan Northam yıllıktaki fotoğraf için “Kesinlikle ben degilim. Görevimi yapmaya devam edeceğim.”dedi.
Demokrat Vali Northam’ın yıllık fotoğrafında Ku Klux Klan (Irkçılık faaliyeti) kıyafetleri ve yüzünü siyaha boyamış bir adamın fotoğrafı yer alıyordu.
VALİNİN İSTİFASI İSTENDİ
Virginia’daki Afro-Amerikalılar fotoğrafların “iğrenç” olduğunu söylerken Cumhuriyetçiler Northam’a istifa çağrısı yaptı.
Fotoğraflar bir internet sitesinde yayınlandıktan sonra fark edilmişti. Sitede Northam’ın bazı kişisel bilgileri de yayınlanmıştı.
Kasım 2017’de Virginia Valisi seçilen Northam, Demokrat Parti’nin önemli bir kazanımı olarak değerlendiriliyor.
Ku Klux Klan, ABD’deki en ünlü ve eski nefret gruplarından biri. Grubun üyeleri siyahlar, Yahudiler, Katolikler ve göçmenleri hedef alıyor.
Northam’ın Eastern Virginia Medical School’da çocuk nörolojisi okuduğu dönemden kalan yıllık, ilk olarak muhafazakar internet sitesi Big League Politics’te yayımlandı.
Aralarında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın büyük önem verdiği Çamlıca Camii’nin de bulunduğu dev projelere imza atan Hedef Yapı iflas etti. Şirket 3 ay önce mali darboğazı aşamadığı gerekçesiyle konkordato müracaatında bulunmuştu.
BOLD- Üç ay önce konkordato talebinde bulunan ve İstanbul Anadolu 1’inci Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2018/1179 sayılı kararıyla üç aylık geçici mühlet verilen Hedef Yapı’nın iflasına karar verildi.
Anadolu 1’nci Asliye Ticaret Mahkemesi’nin verdiği iflas kararı, Anadolu 3’üncü İcra Dairesi tarafından ilan edildi.
DEV PROJELERİN MÜTEAHHİDİ
Hedef Yapı, 23 Eylül 1997 tarihinde 500 bin TL sermaye ile Fatih Kalpakçı, Tunis Kalpakçı ve Erkan Özdemir ortaklığında kurulmuştu.
Şirket, Çamlıca Camii inşaatı, İstanbul Atatürk Havalimanı, Dünya Ticaret Merkezi, Bakü Tiflis Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı, Susesi Otel ve Kongre Merkezi, Adana Hilton, Akasya AVM ve Sabancı Üniversitesi inşaatlarında yer almıştı. Şirket Rusya, Ukrayna, Kazakistan ve Libya’da da projeler gerçekleştirdi.
OKÇULAR TEKKESİ’Nİ DE YAPMIŞTI
Hedef Yapı, halen Bilal Erdoğan’ın himayesinde faaliyet gösteren İstanbul Okçular Tekkesi’nin de inşaatını gerçekleştirmişti. Şirket ayrıca yurt dışında farklı ülkelerde 20 büyük inşat projesini de hayata geçirmişti.
Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro, bu yıl içerisinde yeni Kurucu Meclis için parlamento seçimlerinin düzenleneceğini açıkladı.
Maduro, başkent Caracas’ta Venezuela’da 2 Şubat 1999’da Hugo Chavez öncülüğünde gerçekleştirilen Bolivarcı devriminin 20. yıl dönümünde konuştu. Venezuela Birleşik Sosyalist Partisince (PSUV) düzenlenen mitingde Maduro, “Bu yıl içerisinde Ulusal Kurucu Meclis için yeniden parlamento seçimleri düzenlenecek. Yeni bir Ulusal Kurucu Meclisi halk seçsin diye özgür ve garanti edilmiş bir seçim düzenleyeceğiz” ifadelerini kullandı.
Öte yandan Nicolas Maduro, Kurucu Meclis’in yolsuzlukla mücadeleyi öngören bir yasa tasarısı hazırladığını da söyledi.
GUAİDO’YA DESTEK PROTESTOLARI SÜRÜYOR
Başta Başkent Caracas başta olmak üzere ülkenin çeşitli bölgelerinde, kendisini geçici devlet başkanı ilan eden Juan Guaido’nun çağrısıyla sokağa çıkan hükümet karşıtlarının protestosu da sürüyor.
HAVA KUVVETLERİ KOMUTANI’NDAN GUAİDO’YA DESTEK
Ayrıca, Bolivarcı Askeri Havacılık Genel Komutanlığı Daimi Değerlendirme Kurulu Başkanı General Francisco Esteban Yanez Rodriguez, sosyal medyadan yayınladığı bir video ile Guaido’yu Venezuela başkanı olarak tanıdığını duyurdu. Video sonrası Bolivarcı Askeri Havacılık Genel Komutanlığı Twitter hesabından Rodriguez’in fotoğraflarını üzerine ‘hain’ yazarak paylaştı.
Spor Toto Süper Lig’in 20. haftasında Galatasaray, Aytemiz Alanya deplasmanından 1-1’lik beraberlikle döndü.
Galatasaray’ın maçtaki ilk golü, Belhanda ve Feghouli’nin işbirliğiyle geldi. Belhanda’nın ara pasında topla buluşan Feghouli, dar açıdan yaptığı harika vuruşla skoru 1-1’e getirdi.
Galatasaray orta sahasının önemli ismi Fernando Reges, maçın 45+3. dakikasında sarı kart görerek cezalı duruma düştü.
Galatasaray’ın Brezilyalı sağ beki Mariano ise, maçın 18. dakikasında sakatlanarak yerini Ömer Bayram’a bıraktı. Terim’in zor günü
Babasının rahatsızlığı nedeniyle sabah saatlerinde Adana’ya giden Galatasaray Teknik Direktörü Fatih Terim, takımının Alanyaspor ile oynayacağı karşılaşmaya son anda yetişti. Terim, maç bittikten sonra da hastanenin yolunu tuttu.
Modern çağın diktatörleri milyonlarca insanı mezara gönderirken sayısız ağacın da katili oldular: Yazdıkları yavan, sıkıcı, tuğla gibi kitaplar yıllar boyu baskı üstüne baskı yaptı.
Lenin’in 55 ciltlik toplu yapıtlarından Mao’nun “İncil’den sonra en çok basılan kitap” diye bilinen Küçük Kırmızı Kitap’ına, diktatörlerin elinden çıkmış metinler “diktatör edebiyatı” (dic-lit) başlığı altında değerlendiriliyor.
“Diktatör edebiyatı” yetersiz ve zorlama bir terim gibi görünse de adlandırmayı ikna edici bulan, üzerine kafa yoranlar var. Bunun son örneği, Daniel Kalder yeni kitabında* şu soruya yanıt arıyor: Diktatörler niçin kitap yazar?
Kalder için kıvılcımı diktatör edebiyatının en kof kitaplarından biri çakmış: Türkmenbaşı Saparmurat Niyazov’un ölümünden sonra dev bir Ruhname her gece farklı bir sayfası açık kalacak biçimde sergilenince, yazar tiranların kaleme aldığı metinleri incelemeye karar vermiş. (Ruhname o kadar kötü yazılmış ki Kalder’ın kitabı bitirmesi üç yıl sürmüş.)
Diktatörlerin kitap takıntısının ardında gerçekten ne var? ‘İcraat’larının kalıcılığından hep kuşku duyduklarını düşünürsek, her şeye rağmen kalıcı bir eser bırakma arzusu olabilir. Belli ki toplumları denetim altına almak diktatörlere yetmemiş, insan ruhunu da (Stalin yazarları “insan ruhunun mühendisleri” diye tanımlamıştı) kontrol etmek istemişler.
Diktatörlerin yazma merakı bize aslında yazının güçle ilişkisi hakkında çok şey söyleyebilir (Kalder konuya pek girmiyor). Belli ki despotlar yaşamdaki iktidarlarını yazıya da taşımaya hevesliydiler. 1960’larda Kızıl Muhafızlar “en çok Başkan Mao’nun kitaplarını severim” flamaları taşımak zorundaydı.
Yirminci yüzyıl diktatörleri “tumturaklı, savruk, içi boş, muğlak, aptalca, hatta rezil” kitaplarını yazarken kupkuru bir dil kullandılar, çünkü o dil gerçeği eğip bükmeye daha elverişliydi. (Bürokratik resmi dilin otoriterliğe zemin hazırladığına ilk dikkati çeken galiba Orwell’dir.)
Okudukları kitaplar diktatörleri, diktatörler dünyayı (kitapları değilse de yaptıklarıyla) şekillendirdi. Örneğin Ne Yapmalı, Lenin’in yaşamını değiştirmişti—Çernişevski’nin didaktik romanını okuduktan sonra Lenin yazılı metnin de bir “savaş alanı” olduğuna inandı. Stalin ise henüz liderinin yapıtıyla tanışmadan önce Hugo’nun devrim romanı Doksan Üç’ün tutkunuydu.
Evet, kitaplar tehlikelidir. Bazen de kitaplar hiçbir şeyi değiştirmiyor—öldüğünde 16 bin kitabı olan Hitler 35 yaşında temel yazım kurallarını bile öğrenememişti. Belki yazının ironisi: Tutarsız bir laf salatası olsa da Kavgam bugün hâlâ okunan tek diktatör kitabı. Oysa yazdıkları kimi zaman “okunabilir” olan diktatör Mussolini’ymiş—ola ki gazetecilik tezgâhından geçtiği için hiç değilse etkili cümle kurmayı öğrenmiştir.
Kalder’e göre ana beşlinin (Lenin, Stalin, Mussolini, Hitler, Mao) yazdıkları “diktatör kanonu”nu, gerçek cehennem kütüphanesini oluşturuyor. Ötekilerin, yazarın deyişiyle “küçük şeytanlar”ın yazdıkları ise önemsiz kitaplar. Franco’nun fantezilerinden Çavuşesku’nun Temmuz Kuramı’na, Saddam’ın gülünç tarihi romanlarından Kaddafi’nin o berbat Yeşil Kitap’ından kadar diktatörlerin yazdıkları kendileriyle birlikte tarihinin çöplüğüne gitti. Tozlanmış raflardaki diktatör sözleri bugün yalnızca ibret ve ürperti uyandırıyor.
Elbette kitapların hepsi ‘kuram’ metni değil ama Kalder sanki şunu demeye de getiriyor: Modern zamanlarda diktatör olmanın bir koşulu kitap yazmaktır. (Kafamızı daha önce de kurcalamış bir soru: Cahil diktatör olur mu?)
Daniel Kalder’ın kitabı beklentiyi karşılamasa da ilginç ve ürkütücü bir dünyaya kapı aralıyor. Bizim yerimize diktatörlerin kitaplarını okuduğu için yazara teşekkür etmeliyiz. Çünkü diktatörlerin ve diktatör bozuntularının yeterince tatsızlaştırdığı hayatlarımız bir de onların kitaplarını okumak için çok kısa.
* The Infernal Library: On Dictators, the Books They Wrote, and Other Catastrophes of Literacy, Daniel Kalder, Henry Holt and Co., 2018
CAN BAHADIR YÜCE
Yazının Kaynağı: CAN BAHADIR YÜCE – kronos news https://kronos11.news/tr/diktator-edebiyati/
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Parti Meclisi (PM) bugün bir bildiri yayımlayarak, CHP 25’inci ve 26’ncı Dönem Milletvekili Eren Erdem’e cezaevinde başlattığı açlık grevini sonlandırması yönünde çağrıda bulundu.
Silivri Cezaevi’nde 218 gündür tutuklu bulunan tutulan CHP PM Üyesi Eren Erdem “Adalet orucu” adını verdiği eylem başlatmıştı.
Erdem’in eylemine ilk tepki babası Hasan Erdem’dem gelmiş ve, “Sana yakıştıramıyoruz, lütfen bu eylemden vazgeç.” çağrısında bulunmuştu.
Silivri Cezaevi yönetimi tarafından da süresiz açlık grevine başladığı ve tıbbi müdahaleyi de reddettiği gerekçesiyle Eren Erdem hakkında soruşturma başlatılmıştı.
CHP PM toplantısında Eren Erdem’in biran önce eylemi sonlandırması yönünde çağrıda bulunuldu.
CHP’liler sosyal medyada #SesiniDuydukErenErdem etiketi ile Eren Erdem’in grevine son vermesi amacıyla kampanya başlattı.
Parti Meclisi bir bildiri yayımlayarak, Eren Erdem’e açlık grevini sonlandırması yönünde çağrıda bulundu.
CHP Parti Meclisi’nin bugün yayımladığı bildiri;
“Eren Erdem, tam 219 gündür haksız, hukuksuz ve adaletsiz bir karar yüzünden cezaevinde.
Eren Erdem; ceza ve adalet sisteminin çalışmadığını, yasakların işlemediğini, hukuka dayanmayan, görüntüde bir yargılamayla özgürlüğünden mahrum bırakılmıştır.
Arkadaşımız, 25. ve 26. dönem milletvekilimiz, parti Meclisi üyemiz gazeteci Eren Erdem; İşte bu haksızlığa, hukuksuzluğa ve adaletsizliğe karşı tepkisini göstermek ve zulme karşı susmamak için 6 gün önce açlık grecine başladı.
Eren Erdem; 6 gündür sadee su ve şekerle besleniyor. “Adalet Orucu” adını verdiği eylemiyle, Türkiye’de yaşanan tüm hukuksuzluğa karşı mücadele ediyor.
Biz Cumhuriyet Halk Parti Meclisi, yeleri olarak, sesine ses olacağımızı, davanın her adımını dün olduğu gibi yarın da takip edeceğimizi ilan ediyor, açlık grevini sonlandırmanı istiyoruz. Demokrasi için vereceğimiz mücadelede sana ve sağlıklı olmana, ailenin ve bizlerin her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Sesini Dünya duydu Eren!
Çığlığın sağır kulakların pasını sildi. Şimdi adaleti daha yüksek bir sesle isteyebilmemiz için senin adalet yürüyüşünde hiç susmayan sesine ihtiyacımız var. Bizi o sesten mahrum etmeyeceğini biliyoruz.”
Tutuklu hamile kadınlara yapılan zulümlerin boyutu artık son noktaya geldi. Acı içinde acı, dram içinde dram var. İki farklı şehirde tutuklu iki kadın doğum yaptı. İki anne ve bebekleri bir gün sonra hapishaneye gönderildi.
Sevinç Özarslan / BOLD
Biri İstanbul’da, diğeri Erzurum’da tutuklu bulunan iki kadın peş peşe doğum yaptı ve ikisi de doğumdan bir gün sonra bebekleriyle birlikte tekrar cezaevine gönderildi.
Dün doğum yapan Şeyma Tekin 1 günlük bebeği ile tekrar cezaevine gönderildi.
24 yaşında, henüz hayatının baharında olan Şeyma Tekin, 2017’de evlendi, 7 ay önce tutuklandı, 2 ay önce de boşanmak zorunda kaldı.
Tutuklandığında iki aylık hamile olan Tekin dün doğum yaptı ve bir günlük bebeğiyle tekrar hapsedildi.
GECE YARISI HASTANEYE KALDIRILDI
Önceki gece saat 23:00 sularında Erzurum Nenehatun Kadın Doğum Hastanesi’ne götürülen Şeyma Tekin sabah 11:00’de bir erkek çocuk dünyaya getirdi.
Yusuf Burak ismi verilen bebek, annesiyle birlikte bugün tekrar Erzurum E Tipi Kapalı Cezaevi’ne konuldu.
Şeyma Tekin, 24 Haziran 2018 Milletvekiliği Genel Seçimi’nde yapıldığı gün, bir itirafçının ismini vermesi üzerine gözaltına alındı.
Bir gün nezarette kaldıktan sonra mahkemeye çıkarıldı ve sorgusunu yapan hâkimin “İsim ver, yoksa sana 10 yıl ceza veririm.” tehditlerine maruz kaldı.
“Ben kimseyi tanımıyorum.” deyince tutuklandı. 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılan genç annenin dosyası şu anda istinafta.
KOCASI ÇEVRE BASKISI SEBEBİYLE BOŞADI
Şeyma Tekin
Gözaltına alındığında hamile olduğunu yeni öğrenen Şeyma Tekin, 2 ay önce de eşinin isteği üzerine boşanmak zorunda kaldı.
Çevre baskısı ve tehdit edildiği için, tutuklu bir kadınla evli olmak istemeyen koca, hapiste bulunan çocuğunun annesini boşadı.
Şeyma Tekin’in babası Halil Tekin, Twitter hesabından sesini duyurmaya çalıştı.
Halil Tekin, “Bize dün sabah 9:30’da haber verdiler, hemen gittik hastaneye, doğuma bile almadılar. Annesi akşam üzeri beş gibi gidebildi yanına. Benim bir kızım var. Gözümüzden sakındık, böyle oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nde adalet nasıl işliyor, ben anlamıyorum, ben cahil birisiyim. Ortaokul mezunuyum. Biz burada kırsalda yaşıyoruz. İsim vermeyle benim kızımı tutukladılar, bir şey sormadılar. Bu nasıl bir şey, ne diyeyim. Biz ne yaptık! Benim kızım lekesiz bir pamuk. Allah yardım etsin.” diyor.
BEYZA DEMİR VE BEBEĞİ BAKIRKÖY CEZAEVİ’NDE
Beyza Demir de bebeği ile hapishanede.
Üç ay önce eşi Emin Demir ile birlikte Edirne’de tutuklanan Beyza Demir de 29 Ocak’ta İstanbul’da doğum yaptı ve bir gün sonra tekrar cezaevine gönderildi.
Şimdi Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’nde kalan Beyza Demir’in ve bebeğinin son durumu ile ilgili başka bir bilgi bulunmuyor.
CEZA İNFAZ KANUNU ALENEN ÇİĞNENİYOR
Bir kadının en zor dönemi hamililelik süreci, doğum ve lohusalık…
Herhangi bir sağlık sorunu olmasa bile 5275 sayılı Ceza İnfaz Kanunu’nun 16/4 maddesine göre doğum yapan hükümlü kadınların cezaları 6 ay ertelenmesi gerekiyor.
Hizmet Hareketi’ne mensup olduğu için tutuklanan kadınlara hiçbir şekilde bu kanun uygulanmıyor.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Parti Meclisi (PM) bugün bir bildiri yayımlayarak, CHP 25 ve 26. Dönem Milletvekili Eren Erdem’e cezaevinde başlattığı açlık grevini sonlandırması yönünde çağrıda bulundu.
Silivri Cezaevi’nde 218 gündür tutuklu bulunan tutulan CHP PM Üyesi Eren Erdem ‘Adalet Orucu’ adını verdiği eylem başlatmıştı. Erdem’in eylemine ilk tepki babası Hasan Erdem’den gelmiş ve “Sana yakıştıramıyoruz, lütfen bu eylemden vazgeç” çağrısında bulunmuştu.
Silivri Cezaevi yönetimi tarafından da süresiz açlık grevine başladığı ve tıbbi müdahaleyi de reddettiği gerekçesiyle Eren Erdem hakkında soruşturma başlatılmıştı. CHP PM toplantısında Eren Erdem’in biran önce eylemi sonlandırması yönünde çağrıda bulunuldu.
CHP’liler sosyal medyada #SesiniDuydukErenErdem hastagiyle Eren Erdem’in grevine son vermesi amacıyla kampanya başlattı. Parti Meclisi bir bildiri yayımlayarak, Eren Erdem’e açlık grevini sonlandırması yönünde çağrıda bulundu.
CHP Parti Meclisi’nin bugün yayımladığı bildiri;
“Eren Erdem, tam 219 gündür haksız, hukuksuz ve adaletsiz bir karar yüzünden cezaevinde.
Eren Erdem; ceza ve adalet sisteminin çalışmadığını, yasakların işlemediğini, hukuka dayanmayan, görüntüde bir yargılamayla özgürlüğünden mahrum bırakılmıştır.
Arkadaşımız, 25. ve 26. dönem milletvekilimiz, parti Meclisi üyemiz gazeteci Eren Erdem; İşte bu haksızlığa, hukuksuzluğa ve adaletsizliğe karşı tepkisini göstermek ve zulme karşı susmamak için 6 gün önce açlık grecine başladı.
Eren Erdem; 6 gündür sadee su ve şekerle besleniyor. “Adalet Orucu” adını verdiği eylemiyle, Türkiye’de yaşanan tüm hukuksuzluğa karşı mücadele ediyor.
Biz Cumhuriyet Halk Parti Meclisi, yeleri olarak, sesine ses olacağımızı, davanın her adımını dün olduğu gibi yarın da takip edeceğimizi ilan ediyor, açlık grevini sonlandırmanı istiyoruz. Demokrasi için vereceğimiz mücadelede sana ve sağlıklı olmana, ailenin ve bizlerin her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Sesini Dünya duydu Eren!
Çığlığın sağır kulakların pasını sildi. Şimdi adaleti daha yüksek bir sesle isteyebilmemiz için senin adalet yürüyüşünde hiç susmayan sesine ihtiyacımız var. Bizi o sesten mahrum etmeyeceğini biliyoruz”
Belçika’nın Anvers kentinde Türkler tarafından işletilen bir kafede silahlı saldırı meydana geldi. Olayda ilk belirlemelere göre 3 yaralı var.
Edinilen bilgiye göre olayda 3 Türk vatandaşının yaralandığı, bunlardan ikisinin durumunun ağır olduğu aktarıldı.
Polisin kavga ile ilgili soruşturma başlattığı ifade edildi. Sosyal medyaya yansıyan bir görüntüye göre, silahlı saldırının yaşandığı sırada şahıslar kendi arasında Türkçe konuşuyor. Görüntülerde bir vatandaş bir başka Türk vatandaşa “Abi lütfen yapma” diyor.
Venezuella Hava Kuvvetleri’nden Stratejik Planlama Direktörü General Francisco Esteban Yanez, Ulusal Meclis Başkanı Juan Guaido’yu ‘devlet başkanı vekili’ olarak tanıdığını açıkladı.
Yanez, Twitter’de yayınlanan videolu açıklamada, “Bugün, bir vatansever ve demokrat olmaktan duyduğum gururla, milletvekili Juan Guaido’yu Venezuella devlet başkan vekili olarak tanıdığımı bildiriyorum ve buna uygun olarak emirlerini yerine getirmeye hazır olduğumu ilan ediyorum” dedi.Euronews’in haberine göre sosyal medyada bir video yayınlayan General Francisco Yanez, diğer ordu yetkililerine Maduro’yu terk etmesi çağrısında bulundu. Francisco Yanez, sosyal medya üzerinden yayınladığı videoda Devlet Başkanı Maduro’ya olan bağlılığına son verdiğini ilan etti.
ATENCIÓN: General de División Francisco Estéban Yánez Rodríguez, Director de Planificación Estratégica del Alto Mando Militar de la Aviación, reconoce a Juan Guaidó como Presidente (E) de Venezuela. #2Febpic.twitter.com/Uz4fOixsvq
23 yaşına geldiğinde valizini, enstrümanını ve tek yön uçuş biletini de alarak İstanbul’un yolunu tuttu Eléonore Fourniau. Ne dilini biliyordu ne kültürünü… Ansızın geldiği kentin yerlisi oluyordu yavaş yavaş. İstanbul Teknik Üniversitesi’ne (İTÜ) misafir öğrenci olarak kabul edildiğinde bir yandan doğu sazlarını öğrenirken diğer yandan piyano dersleri veriyordu.
Sosyal medyada da paylaştığı Kürtçe klipleriyle tanınan 1987 doğumlu Fransız müzisyen Eléonore Fourniau, kesintisiz altı yıl kaldığı İstanbul’dan ve Türkiye coğrafyasından kopamadı. Dengbêjlerden etkilenerek söylediği seslere ne kadar aşina ise Alevi deyişlerini bir o kadar ustaca yorumluyor.
Fourniau, İran’ın Kürt bölgesinden (Rojhilat) Kürt müzisyenlerle ile üç ay önce Montreal’de bir konser verdi. Kurmanci ve soranice lehçelerinde şarkılar söylediler. Davet edildiğinde kendisinin Fransız olduğunu düşünüyorlardı. Belki de Türkiye’den gelen bir Kürt olduğunu sanıyorlardı. Oysa o Kürtçenin her iki lehçesinde de söyleyebileceği için tercih ettiler. Büyük ilgi gören konserin ardından, bu ay da Hindistan’da aynı grupla sahneye çıkacak ve World Sacred Spirit Festivali’ne Anadolu’nun, Mezopotamya’nın seslerini taşıyacaklar.
Kürtçeye olan ilgisi babasının kaybolmaya yüz tutan dillerden Oksitanca yazdığı şiirlerle başlamış. Atalarının kullandığı Oksitanca dilinin kaybolmasına babası gibi gönlü razı olmayan Fourniau, baskı altında olan diğer diller gibi Kürtçeye olan duyarlılığını artırmış.
2010 yılında Türkiye’ye geldiğinde Anadolu’nun tarihini ve uygarlığını üniversitede tarih öğretmenliği okuduğu için bildiğini söyleyen Eléonore Fourniau, “Çok çeşitli dinlerin, dillerin ve halkların olması ilgimi çekiyordu.” diyor.
Kürtçeyi, varlığını devam ettirmesinin önünde engeller olan bir dil olarak gören genç müzisyen, “Hem tarihsel hem de güncel açıdan bu böyle. Ben Türkiye’ye geldiğimde bu konuda daha toleranslı bir döneme denk gelmiştim. Ama birkaç yıl içinde hem siyasi, hem sosyolojik açıdan (halk arasında) öyle olmadığını gördüm. Ne kadar problemli bir konu olduğunu anladım. Gittikçe derinleştiğini fark ettim.” ifadelerini kullanıyor.
‘KÜRTÇE’NİN KONUŞULDUĞU COĞRAFYAYI SEVİYORUM’
Yine de Ortadoğu kültürleri ilgisini çekmeye devam ediyor. Genel olarak dilleri çok seviyor. ‘Seviyem çok iyi değil’ dediği Kürtçeyi saymazsak beş dil biliyor: Fransızca, Türkçe, Rusça, İngilizce ve İtalyanca… Kürtçenin onun için cazip olmasının nedenlerinden biri ise Hint-Avrupa dil ailesine ait olması. Bundan dolayı diğer Hint-Avrupa dillerine gramer, sentaks ve leksik açıdan yakınlık oluşturması. Kürtçenin konuşulduğu coğrafyayı çok sevdiği için insanlara anadillerinde hitap etme isteği, elbette o dilde şarkı söylemesi, özellikle dengbej parçaları ve ağıtları için, oyun havaları için Kürtçeye olan tutkusu sürüyor.
‘KÜRTÇE SÖYLEME TAVSİYESİ ALDIM AMA YİNE SÖYLEDİM’
“Kürtçe bazı dönemlerde Türkiye’de başınıza iş açabiliyor. Sizin tedirgin olduğunuz zamanlar oldu mu? Olumsuz deneyim yaşadınız mı?” sorusunu ise şöyle cevaplıyor Eléonore Fourniau: “İstanbul’dayken pek tedirgin olduğum zamanlar olmadı. Tedirginlikten ziyade üzülüyorum. Kürt dilini ve kültürünü yaşatan insanlar sorunlar yaşıyor. Bazı konserler iptal ediliyor. Hâlâ Kürtçe bazı insanların hoşuna gitmiyor. Kişisel olarak olumsuz deneyimler yaşamadım (Sosyal medyadaki bazı kötü niyetli yorumlar hariç ki, onları hiç ciddiye almıyorum) ancak bir iki kez Fransa’da politik sebeplerden dolayı Kürtçe söylemem gerektiği yönünde tavsiyeler aldım. Ama yine de söyledim.”
Fourniau, Türkiye’ye gelmeye ve Anadolu müzikleriyle tanışmaya nasıl karar verdiğini şöyle anlatıyor: “Fransa’da üniversiteden mezun olduktan sonra bir yıllığına bir yere gitmek istiyordum, müziğe odaklanmak geçiyordu içimden. Türkiye uzun zamandır ilgimi çekiyordu. İlk önce Türkçe sonra da saz ve Türkiye’nin halk müziğini öğreneyim istedim. Ama pek bir şey bilmiyordum bu konuda. Sadece içimde büyük bir ilgi ve istek vardı. 23 yaşımdayken valizim, enstrümanım ile birlikte tek yön uçuş biletimi aldım. Kimseyi tanımadığım, dilini ve kültürünü bilmediğim İstanbul’a yerleştim. Yavaş yavaş hayatımı orada kurdum. Hem ders alıyor (çeşitli özel dersler aldım ve İTÜ’ye üç sene misafir öğrenci olarak gittim. İki yıl Erdal Erzincan müzik kursuna devam ettim) hem de iş olarak piyano dersleri veriyordum. Bir yıl kalmak üzere gitmiştim ama tam altı yıl yaşadım İstanbul’da. Gittikçe bu ülkenin olumlu ve olumsuz deneyimleriyle tanıştım ve benimsedim. Bir yandan da ilk müzik projelerimi gerçekleştirdim. Sırasıyla Oksit grubu, Le le Rihe klibi ile büyük ilgi uyandıran konservatuvardaki arkadaşlarım ile kurduğum Kürtçe müzik yapan Esman grubu, Mercan Erzincan ile düet… Onlarla çok şey öğrendim.”
ORTA ASYA’DAN ANADOLU’YA
Fourniau için İstanbul, ilk doğu tecrübesi değil. Gençlik yıllarında Orta Asya’da yaşadı. Bu deneyimin hayatını nasıl etkilediğini anlatırken ise çocukluk yıllarına gidiyor genç müzisyen: “Evet, 11 ile 14 yaşları arasında Özbekistan’ın Taşkent şehrinde yaşadım. Orada Rus dilini öğrendim. Özbek dilini sadece Özbekler konuşuyordu. Oradaki diğer milletler ise Rusça kullanıyordu. Farklı kültürlerle ve milletlerle tanışma fırsatım oldu ilk gençlik yıllarımda. Bu karışım hareketli Sovyet tarihinin de bir yansımasıydı. O milletlerin çoğu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Asya’ya sürgün edilmişti. Özbekçe derse giriyorduk fakat pek öğrenememiştim diğer öğrenciler gibi. Keşke öğrenseymişim. Belki daha sonraki yıllarımda Türkçe öğrenmekte o kadar zorlanmazdım.
Konservatuvar okurken Rus ekolünden etkilenen sağlam bir müzik eğitimi aldığını ve müziğe sıkıca bağlandığını belirten Fourniau, o zamanlar sadece klasik piyano çalıyormuş. Küçük yaşlarda hem Sovyetik hem doğu kültürlerinden oluşan bir toplumda yaşamış olmak kendisinde farklı kültürleri tanımak ve yabancı dil öğrenmek için ufuk açıcı olmuş: “Bu tecrübe hayatımı çok etkiledi. Beni Doğu ve Ortadoğu kültürlerine, coğrafyasına çok bağladı. Türkiye’ye geldiğimde hem kültürel açıdan hem de coğrafya açısından özellikle doğu bölgelerinde hiç yabancılık çekmedim.”
Sadece Kürtçe müzik yapmıyor bugün Eléonore Fourniau. “Kürtçeye ağırlık versem de genel olarak Anadolu müziği yapıyorum.” diyor ve ekliyor: “Alevi ve Türk halk müziğiyle başladım, sonra çeşitli dillerin müzikleri ilgimi çekmeye başladı. Şimdi Kurmanci, Zazaca, Ermenice ve Lazca da söylüyorum.”
Yine de Alevi ezgilerinin ve sazın, kutsal ve büyüleyici boyutundan dolayı onun için ayrı ve özel bir yeri var. Kürtçe aracılığıyla İran, Irak ve Suriye’deki Kürt bölgelerini tanıma imkanı da bulmuş genç sanatçı. Ayrıca, Samaïa adlı bir projesinde (vokal trio) tamamen dünya müziklerine gönül vermişler. Sınır koymadan… Hoşlarına giden halk parçalarını İsveçce, Gürcüce, İspanyolca, Türkçe, Kürtçe, Ladino ve Bulgarca demeden seçip kendilerine göre düzenleyip seslendirmişler.
Sadece akademik eğitimle yetinmemesi ufkunun açılmasına sebep olmuş. Fourniau, “Türkiye’de Erdal ve Mercan Erzincan ile, Gülseven Medar, Dengbej Xalide gibi ustalarla çalıştım. Konservatuvardaki arkadaşlarımla yaptığım çalışmalarla da onlardan çok şey öğrendim.” diyor.
Sesi ve projeci kişiliğinin yanında bir çok sazın da virtüozu olan Eléonore Fourniau, bu yönünü şöyle özetliyor: “İlk ve en uzun eğitim aldığım ve çalıştığım enstrüman piyano.
Fakat o enstrümanı sahnede kullanmıyor ve bunu eksklik olarak görüyor. Kafasında bir proje var. Piyano ile çalıp söylemek. Halk müziğini farklı seslerle ve tarzlarla buluşturmak:
“Türkiye’de biraz saz öğrendim. Bir de Hurdy-gurdy çalıyorum. Fransızca ismi «vielle à roue», Türkçeye «tekerlekli kemençe» olarak çevirdim. Bu enstrümanın tarihi aslında kimi dokuzuncu kimi XI yüzyılda başladı diyor. Bütün Avrupa’da biliniyor. Önceleri kilise enstrümanı olarak, daha sonra saray enstrümanı olarak piyanonun yerini alıyor. Derken hurdy-gurdy halka geçiyor ve halk müziği enstrümanı olarak köy düğünlerinde oyun havalarına eşlik ediyor, hatta dilenciler çalıyor. Son dönemlerde hem halk sazı olarak çalınıyor hem de birkaç müzisyen onu daha da modern bir şekilde elektrik veya elektro-akustik bir şekilde kullanmaya başladı. Halk müziğinden farklı repertuvarlarla da tanıştırıldı. Bu sazı özel kılan şey süreklilik: Tekerlek sayesinde sesi durmuyor ve dem sesleri de melodiye eşlik ediyor. Bu hem hareket açısından (tekerleği sürekli döndürmek) hem de felsefi açıdan büyük bir maneviyatı içeriyor. Ortaçağ’da insanlar bu sürekliliğe olumsuz şeytani bir manevilik atfediyordu, cehennemi çağrıştırdığını düşünüyordu. Misal, ünlü ressam Jerome Bosch 1503 yılında çizdiği bir triptikte (cennet-araf-cehennem), hurdy-gurdy cehennem bölümünde bulunuyor. Bu enstrümanın ustalığı tekerleği döndürürken ritm de vuruluyor (Anadolu müziğinde bu özelliği çok kullanmıyorum). Yine de çok yaygın değildir, herkes tanımaz, Fransızlar bile…
MÜZİĞİMİ SINIRLANDIRMIYORUM
Yaptığınız müziğin muhatabı olarak kimi görüyorsunuz? Sizi kim dinliyor, kimlerin dinlemesini istersiniz?
Beni farklı toplumlar dinliyor. Kürtçe ve Alevi müziği söylediğim için beni daha çok onlar tanıyor. Özellikle Türkiyeliler yavaş yavaş da İran, Suriye ve Irak’taki Kürtler beni tanımaya başladı. Buna çok seviniyorum. Sosyal medya üzerinden bu bilinirlik artıyor. Fakat konserlerime herkes geliyor. Fransızlar, Avrupalılar. Üç ay önce Montreal’de bir konser verdim. Önümüzdeki günlerde Hindistan’da Telli Turnalar grubumuz ile World Sacred Spirit Festival’e katılacağız. İnsanlar anlamasalar da farklı müziklere ilgi duyuyorlar ve beğeniyorlar. Sonuçta müzik evrensel, ben de müziğimi belli toplumlarla sınırlandırmıyorum.
Sadece müzik yaparak hayatınızı devam ettirebiliyor musunuz?
İş olarak müzik yaparak ve dersler vererek hayatımı devam ettirmeye çalışıyorum. Hobi olarak video yapıyorum. Kliplerimin çoğunu kendim çekip kurguladım. Amatör olduklarını çok farkındayım ama en azından bu benim bakış açımdan çıkan bir şey ve bence sanatçılar müzikten ziyade daha fazla müziğin etrafında yanındakilerle ilgilenmeli. Bu konuda şu anda acemi olsam da bağımsız olacak şekilde kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Fakat önümüzdeki dönemde profesyonel videocularla çalışmaya karar verdim ve albümün hazırlığını yapıyorum Öte yandan tarih ve siyaset, spor, yoga ve tabi ki seyahat da vazgeçilmezlerim arasında.
Kendinize ait söz ve besteleriniz var mı?
Yazıp da beğendiğim bir beste yok henüz. Ama bu benim hayalim. Her sanatının bence kendine ait besteleri olmalı. Onun üzerinde çalışıyorum. Ama hangi dilde yazacağımı, duygularımı en güzel nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Bazen dilim yetmiyor. Ama çalışıyorum.
‘TELLİ TURNALAR’LA YOLCULUK
Telli Turnalar dört kadın sanatçıdan oluşan ve başarılı bir uyumu yakalamış bir müzik topluluğudur. Bunlardan ikisi Türkiye’de yaşamış Avrupa kökenli Eléonore Fourniau ve Petra Nachtmanova, diğer ikisi ise, Anadolu kökenli olup Fransa’da yetişmiş Cangül Kanat ve Gülay Hacer Toruk. Onları biraraya getiren Anadolu halk müziği ve onun kadim sazı bağlama’ya olan ortak tutkularıdır. Anadolu kültürünün çeşitliliğinden, zenginliğinden, törenlerinde sazı yücelten alevilerden, halkın isyan ilanını ve duygularını dışa vuran ozan ve aşıklardan esinlendiler. Müzikte kadın bakış açısını sunan cömertlik, içtenlik ve açıklıkla belirlenmiş ortak bir arayışta bir araya geldiler.
Sazın sesi, tınısı, her sesin kişiliğinin ve yegane renginin yer aldığı, hurdy-gurdy olarak nitelendirilen bir ortaçağ enstrümanının ve vurmalıların da ustaca çok sesli müzik yapısına dahil edildiği bir müzikal temeli dokuyor. Büyük acı ve güzellikle belirlenmiş dünyanın bu çarpıcı ve zengin bölgesine aynı derecede ait olan farklı dillerde (Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Yunanca vb.) sevda türkülerinden oluşan bir repertuvarı yorumluyorlar.
23 yaşına geldiğinde valizini, enstrümanını ve tek yön uçuş biletini de alarak İstanbul’un yolunu tuttu Eléonore Fourniau. Ne dilini biliyordu ne kültürünü… Ansızın geldiği kentin yerlisi oluyordu yavaş yavaş. İstanbul Teknik Üniversitesi’ne (İTÜ) misafir öğrenci olarak kabul edildiğinde bir yandan doğu sazlarını öğrenirken diğer yandan piyano dersleri veriyordu.
Sosyal medyada da paylaştığı Kürtçe klipleriyle tanınan 1987 doğumlu Fransız müzisyen Eléonore Fourniau, kesintisiz altı yıl kaldığı İstanbul’dan ve Türkiye coğrafyasından kopamadı. Dengbêjlerden etkilenerek söylediği seslere ne kadar aşina ise Alevi deyişlerini bir o kadar ustaca yorumluyor.
Fourniau, İran’ın Kürt bölgesinden (Rojhilat) Kürt müzisyenlerle ile üç ay önce Montreal’de bir konser verdi. Kurmanci ve soranice lehçelerinde şarkılar söylediler. Davet edildiğinde kendisinin Fransız olduğunu düşünüyorlardı. Belki de Türkiye’den gelen bir Kürt olduğunu sanıyorlardı. Oysa o Kürtçenin her iki lehçesinde de söyleyebileceği için tercih ettiler. Büyük ilgi gören konserin ardından, bu ay da Hindistan’da aynı grupla sahneye çıkacak ve World Sacred Spirit Festivali’ne Anadolu’nun, Mezopotamya’nın seslerini taşıyacaklar.
Kürtçeye olan ilgisi babasının kaybolmaya yüz tutan dillerden Oksitanca yazdığı şiirlerle başlamış. Atalarının kullandığı Oksitanca dilinin kaybolmasına babası gibi gönlü razı olmayan Fourniau, baskı altında olan diğer diller gibi Kürtçeye olan duyarlılığını artırmış.
2010 yılında Türkiye’ye geldiğinde Anadolu’nun tarihini ve uygarlığını üniversitede tarih öğretmenliği okuduğu için bildiğini söyleyen Eléonore Fourniau, “Çok çeşitli dinlerin, dillerin ve halkların olması ilgimi çekiyordu.” diyor.
Kürtçeyi, varlığını devam ettirmesinin önünde engeller olan bir dil olarak gören genç müzisyen, “Hem tarihsel hem de güncel açıdan bu böyle. Ben Türkiye’ye geldiğimde bu konuda daha toleranslı bir döneme denk gelmiştim. Ama birkaç yıl içinde hem siyasi, hem sosyolojik açıdan (halk arasında) öyle olmadığını gördüm. Ne kadar problemli bir konu olduğunu anladım. Gittikçe derinleştiğini fark ettim.” ifadelerini kullanıyor.
‘KÜRTÇE’NİN KONUŞULDUĞU COĞRAFYAYI SEVİYORUM’
Yine de Ortadoğu kültürleri ilgisini çekmeye devam ediyor. Genel olarak dilleri çok seviyor. ‘Seviyem çok iyi değil’ dediği Kürtçeyi saymazsak beş dil biliyor: Fransızca, Türkçe, Rusça, İngilizce ve İtalyanca… Kürtçenin onun için cazip olmasının nedenlerinden biri ise Hint-Avrupa dil ailesine ait olması. Bundan dolayı diğer Hint-Avrupa dillerine gramer, sentaks ve leksik açıdan yakınlık oluşturması. Kürtçenin konuşulduğu coğrafyayı çok sevdiği için insanlara anadillerinde hitap etme isteği, elbette o dilde şarkı söylemesi, özellikle dengbej parçaları ve ağıtları için, oyun havaları için Kürtçeye olan tutkusu sürüyor.
‘KÜRTÇE SÖYLEME TAVSİYESİ ALDIM AMA YİNE SÖYLEDİM’
“Kürtçe bazı dönemlerde Türkiye’de başınıza iş açabiliyor. Sizin tedirgin olduğunuz zamanlar oldu mu? Olumsuz deneyim yaşadınız mı?” sorusunu ise şöyle cevaplıyor Eléonore Fourniau: “İstanbul’dayken pek tedirgin olduğum zamanlar olmadı. Tedirginlikten ziyade üzülüyorum. Kürt dilini ve kültürünü yaşatan insanlar sorunlar yaşıyor. Bazı konserler iptal ediliyor. Hâlâ Kürtçe bazı insanların hoşuna gitmiyor. Kişisel olarak olumsuz deneyimler yaşamadım (Sosyal medyadaki bazı kötü niyetli yorumlar hariç ki, onları hiç ciddiye almıyorum) ancak bir iki kez Fransa’da politik sebeplerden dolayı Kürtçe söylemem gerektiği yönünde tavsiyeler aldım. Ama yine de söyledim.”
Fourniau, Türkiye’ye gelmeye ve Anadolu müzikleriyle tanışmaya nasıl karar verdiğini şöyle anlatıyor: “Fransa’da üniversiteden mezun olduktan sonra bir yıllığına bir yere gitmek istiyordum, müziğe odaklanmak geçiyordu içimden. Türkiye uzun zamandır ilgimi çekiyordu. İlk önce Türkçe sonra da saz ve Türkiye’nin halk müziğini öğreneyim istedim. Ama pek bir şey bilmiyordum bu konuda. Sadece içimde büyük bir ilgi ve istek vardı. 23 yaşımdayken valizim, enstrümanım ile birlikte tek yön uçuş biletimi aldım. Kimseyi tanımadığım, dilini ve kültürünü bilmediğim İstanbul’a yerleştim. Yavaş yavaş hayatımı orada kurdum. Hem ders alıyor (çeşitli özel dersler aldım ve İTÜ’ye üç sene misafir öğrenci olarak gittim. İki yıl Erdal Erzincan müzik kursuna devam ettim) hem de iş olarak piyano dersleri veriyordum. Bir yıl kalmak üzere gitmiştim ama tam altı yıl yaşadım İstanbul’da. Gittikçe bu ülkenin olumlu ve olumsuz deneyimleriyle tanıştım ve benimsedim. Bir yandan da ilk müzik projelerimi gerçekleştirdim. Sırasıyla Oksit grubu, Le le Rihe klibi ile büyük ilgi uyandıran konservatuvardaki arkadaşlarım ile kurduğum Kürtçe müzik yapan Esman grubu, Mercan Erzincan ile düet… Onlarla çok şey öğrendim.”
ORTA ASYA’DAN ANADOLU’YA
Fourniau için İstanbul, ilk doğu tecrübesi değil. Gençlik yıllarında Orta Asya’da yaşadı. Bu deneyimin hayatını nasıl etkilediğini anlatırken ise çocukluk yıllarına gidiyor genç müzisyen: “Evet, 11 ile 14 yaşları arasında Özbekistan’ın Taşkent şehrinde yaşadım. Orada Rus dilini öğrendim. Özbek dilini sadece Özbekler konuşuyordu. Oradaki diğer milletler ise Rusça kullanıyordu. Farklı kültürlerle ve milletlerle tanışma fırsatım oldu ilk gençlik yıllarımda. Bu karışım hareketli Sovyet tarihinin de bir yansımasıydı. O milletlerin çoğu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Asya’ya sürgün edilmişti. Özbekçe derse giriyorduk fakat pek öğrenememiştim diğer öğrenciler gibi. Keşke öğrenseymişim. Belki daha sonraki yıllarımda Türkçe öğrenmekte o kadar zorlanmazdım.
Konservatuvar okurken Rus ekolünden etkilenen sağlam bir müzik eğitimi aldığını ve müziğe sıkıca bağlandığını belirten Fourniau, o zamanlar sadece klasik piyano çalıyormuş. Küçük yaşlarda hem Sovyetik hem doğu kültürlerinden oluşan bir toplumda yaşamış olmak kendisinde farklı kültürleri tanımak ve yabancı dil öğrenmek için ufuk açıcı olmuş: “Bu tecrübe hayatımı çok etkiledi. Beni Doğu ve Ortadoğu kültürlerine, coğrafyasına çok bağladı. Türkiye’ye geldiğimde hem kültürel açıdan hem de coğrafya açısından özellikle doğu bölgelerinde hiç yabancılık çekmedim.”
Sadece Kürtçe müzik yapmıyor bugün Eléonore Fourniau. “Kürtçeye ağırlık versem de genel olarak Anadolu müziği yapıyorum.” diyor ve ekliyor: “Alevi ve Türk halk müziğiyle başladım, sonra çeşitli dillerin müzikleri ilgimi çekmeye başladı. Şimdi Kurmanci, Zazaca, Ermenice ve Lazca da söylüyorum.”
Yine de Alevi ezgilerinin ve sazın, kutsal ve büyüleyici boyutundan dolayı onun için ayrı ve özel bir yeri var. Kürtçe aracılığıyla İran, Irak ve Suriye’deki Kürt bölgelerini tanıma imkanı da bulmuş genç sanatçı. Ayrıca, Samaïa adlı bir projesinde (vokal trio) tamamen dünya müziklerine gönül vermişler. Sınır koymadan… Hoşlarına giden halk parçalarını İsveçce, Gürcüce, İspanyolca, Türkçe, Kürtçe, Ladino ve Bulgarca demeden seçip kendilerine göre düzenleyip seslendirmişler.
Sadece akademik eğitimle yetinmemesi ufkunun açılmasına sebep olmuş. Fourniau, “Türkiye’de Erdal ve Mercan Erzincan ile, Gülseven Medar, Dengbej Xalide gibi ustalarla çalıştım. Konservatuvardaki arkadaşlarımla yaptığım çalışmalarla da onlardan çok şey öğrendim.” diyor.
Sesi ve projeci kişiliğinin yanında bir çok sazın da virtüozu olan Eléonore Fourniau, bu yönünü şöyle özetliyor: “İlk ve en uzun eğitim aldığım ve çalıştığım enstrüman piyano.
Fakat o enstrümanı sahnede kullanmıyor ve bunu eksklik olarak görüyor. Kafasında bir proje var. Piyano ile çalıp söylemek. Halk müziğini farklı seslerle ve tarzlarla buluşturmak:
“Türkiye’de biraz saz öğrendim. Bir de Hurdy-gurdy çalıyorum. Fransızca ismi «vielle à roue», Türkçeye «tekerlekli kemençe» olarak çevirdim. Bu enstrümanın tarihi aslında kimi dokuzuncu kimi XI yüzyılda başladı diyor. Bütün Avrupa’da biliniyor. Önceleri kilise enstrümanı olarak, daha sonra saray enstrümanı olarak piyanonun yerini alıyor. Derken hurdy-gurdy halka geçiyor ve halk müziği enstrümanı olarak köy düğünlerinde oyun havalarına eşlik ediyor, hatta dilenciler çalıyor. Son dönemlerde hem halk sazı olarak çalınıyor hem de birkaç müzisyen onu daha da modern bir şekilde elektrik veya elektro-akustik bir şekilde kullanmaya başladı. Halk müziğinden farklı repertuvarlarla da tanıştırıldı. Bu sazı özel kılan şey süreklilik: Tekerlek sayesinde sesi durmuyor ve dem sesleri de melodiye eşlik ediyor. Bu hem hareket açısından (tekerleği sürekli döndürmek) hem de felsefi açıdan büyük bir maneviyatı içeriyor. Ortaçağ’da insanlar bu sürekliliğe olumsuz şeytani bir manevilik atfediyordu, cehennemi çağrıştırdığını düşünüyordu. Misal, ünlü ressam Jerome Bosch 1503 yılında çizdiği bir triptikte (cennet-araf-cehennem), hurdy-gurdy cehennem bölümünde bulunuyor. Bu enstrümanın ustalığı tekerleği döndürürken ritm de vuruluyor (Anadolu müziğinde bu özelliği çok kullanmıyorum). Yine de çok yaygın değildir, herkes tanımaz, Fransızlar bile…
MÜZİĞİMİ SINIRLANDIRMIYORUM
Yaptığınız müziğin muhatabı olarak kimi görüyorsunuz? Sizi kim dinliyor, kimlerin dinlemesini istersiniz?
Beni farklı toplumlar dinliyor. Kürtçe ve Alevi müziği söylediğim için beni daha çok onlar tanıyor. Özellikle Türkiyeliler yavaş yavaş da İran, Suriye ve Irak’taki Kürtler beni tanımaya başladı. Buna çok seviniyorum. Sosyal medya üzerinden bu bilinirlik artıyor. Fakat konserlerime herkes geliyor. Fransızlar, Avrupalılar. Üç ay önce Montreal’de bir konser verdim. Önümüzdeki günlerde Hindistan’da Telli Turnalar grubumuz ile World Sacred Spirit Festival’e katılacağız. İnsanlar anlamasalar da farklı müziklere ilgi duyuyorlar ve beğeniyorlar. Sonuçta müzik evrensel, ben de müziğimi belli toplumlarla sınırlandırmıyorum.
Sadece müzik yaparak hayatınızı devam ettirebiliyor musunuz?
İş olarak müzik yaparak ve dersler vererek hayatımı devam ettirmeye çalışıyorum. Hobi olarak video yapıyorum. Kliplerimin çoğunu kendim çekip kurguladım. Amatör olduklarını çok farkındayım ama en azından bu benim bakış açımdan çıkan bir şey ve bence sanatçılar müzikten ziyade daha fazla müziğin etrafında yanındakilerle ilgilenmeli. Bu konuda şu anda acemi olsam da bağımsız olacak şekilde kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Fakat önümüzdeki dönemde profesyonel videocularla çalışmaya karar verdim ve albümün hazırlığını yapıyorum Öte yandan tarih ve siyaset, spor, yoga ve tabi ki seyahat da vazgeçilmezlerim arasında.
Kendinize ait söz ve besteleriniz var mı?
Yazıp da beğendiğim bir beste yok henüz. Ama bu benim hayalim. Her sanatının bence kendine ait besteleri olmalı. Onun üzerinde çalışıyorum. Ama hangi dilde yazacağımı, duygularımı en güzel nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Bazen dilim yetmiyor. Ama çalışıyorum.
‘TELLİ TURNALAR’LA YOLCULUK
Telli Turnalar dört kadın sanatçıdan oluşan ve başarılı bir uyumu yakalamış bir müzik topluluğudur. Bunlardan ikisi Türkiye’de yaşamış Avrupa kökenli Eléonore Fourniau ve Petra Nachtmanova, diğer ikisi ise, Anadolu kökenli olup Fransa’da yetişmiş Cangül Kanat ve Gülay Hacer Toruk. Onları biraraya getiren Anadolu halk müziği ve onun kadim sazı bağlama’ya olan ortak tutkularıdır. Anadolu kültürünün çeşitliliğinden, zenginliğinden, törenlerinde sazı yücelten alevilerden, halkın isyan ilanını ve duygularını dışa vuran ozan ve aşıklardan esinlendiler. Müzikte kadın bakış açısını sunan cömertlik, içtenlik ve açıklıkla belirlenmiş ortak bir arayışta bir araya geldiler.
Sazın sesi, tınısı, her sesin kişiliğinin ve yegane renginin yer aldığı, hurdy-gurdy olarak nitelendirilen bir ortaçağ enstrümanının ve vurmalıların da ustaca çok sesli müzik yapısına dahil edildiği bir müzikal temeli dokuyor. Büyük acı ve güzellikle belirlenmiş dünyanın bu çarpıcı ve zengin bölgesine aynı derecede ait olan farklı dillerde (Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Yunanca vb.) sevda türkülerinden oluşan bir repertuvarı yorumluyorlar.
Zam furyası, tüketicinin marka sadakatini yıkarken, alışveriş sepetlerinde uygun fiyatlı ürünler daha fazla yer tutmaya başladı. Ekonomik kriz sürecinde, “Private Label” adı verilen market markalı ürünler pazar liderliğine oynamaya başladı.
BOLD – Ekonomik krizin derinleşmesi ve halkın alım gücünün sürekli düşmesi, alışveriş sepetinin içeriğini de değiştirmeye başladı. Vatandaş, daha pahalı olan markalı ürünler yerine, market markalarına yöneldi.
Özellikle kişisel bakım ve temizlik ürünlerinde zirve yapan fiyatların ardından, tüketici marka yerine etikete odaklandı. Private label olarak adlandırılan ve büyük ölçüde marketlere özel olarak üretilen ürünler fiyat avantajı ile öne çıktı. 2018 yılında da market zincirleri, kendi isimleri ile üretilen ürünlere ağırlık vermeye başladı. Private label ürün pazarı ise perakende sektöründe yüzde 30 büyüyerek 50 milyar TL’lik ciroya ulaştı.
TÜKETİCİ ÖZEL ÜRETİME YÖNELDİ
Son enflasyon rakamları karşısında tüketicinin alım gücünün büyük ölçüde azaldığını ve artık bütçelerin markalı ürünlere yetmediğine işaret eden Özel Markalı Ürünler Sanayicileri ve Tedarikçileri Derneği (PLAT) Başkanı İmer Özer, Sözcü’den Sayime Başçı’ya yaptığı açıklamada, tüketicinin özel üretimlere yöneldiğini dile getirdi.
Bazı market markalı ürünlerin ve özel üretimlerin pazar lideri haline geldiğini anlatan Özer, perakende sektöründeki daralan satışlara karşılık enflasyon nedeniyle cirolarda artışlar yaşanırken, kendi segmentlerinde hem satışların hem de satışların arttığını açıkladı.
FAHİŞ FİYATLARA KARŞI ÇÖZÜM
Özer, “Daha önce örneğin bir A marka takıntısı olan, ‘ben bu markadan başka birinden ürün almam’ diyen tüketicilerin neredeyse tamamı şu an private label tuvalet kağıdı alıyor. Oyun değişiyor, kurgu değişiyor” diye konuştu. Özer, market zincirlerinin de değişen bu tablo karşısında özel markalı ürünlere raflarında daha fazla yer vermeye başladıklarını kaydetti. Fiyatların fahiş bir noktaya geldiğini anlatan Özer, marketlerin uluslararası markalardan ziyade, daha yerel ve kendi markaları altında üretilen ürünlere yer açmak istediklerini belirtti.
Açıklamalarında sektörün büyüklüğüne dair bilgiler de veren Özer, 50 milyar dolarlık bir sektör cirosuna ulaştıklarını aktardı. Hem ciroda hem de hacimsel olarak yüzde 30 büyüdüklerini anlattı.
ÜRETİMDEN BAŞKA ÇIKIŞ YOK!
Sektörün büyüme ve yatırım yönünde eğilim gösterdiğini ancak belirsizliklerin buna engel olduğunu dile getiren İmer Özer, iş dünyasının güvenin olmadığı yere yatırım yapmadığına vurgu yaptı.
Türkiye ekonomisinin kalkınması ve şu anki durumundan çıkabilmesi için atılacak tek adımın üretimi artırmak olduğunu anlatan Özer, “Bir salça üreticisi hasatlarının geçen yıla göre yüzde 50 azaldığını anlattı. Bizim petrol doğalgaz rezervlerimiz yok. Üretimden başka şansımız yok. Tamam, iPhone’u başkaları üretti, bari salçayı biz yapalım. Fındığı düzgün üretelim. İnsanlar üretimden böylesine kaçarken, cari açığı kapatamayız.” ifadelerini kullandı.
DETERJAN FİYATLARI ALTINLA YARIŞIYOR
PLAT Başkanı İmer Özer, çamaşır deterjanı fiyatlarının altın fiyatları ile yarıştığını ve bu fiyatların insanlara ağır geldiğine işaret ederken artan maliyetlerin tüm üreticileri etkilediğini belirtti.
Private label markaların burada pazarlama ve reklam harcaması yapmadığı için daha avantajlı konumda olduğunu kaydeden Özer, fiyat belirlemede indirim marketlerinin belirleyici olduğunu anlattı. 2019 yılında döviz hareketlerine bağlı olarak fiyat artışlarının da değişebileceğini kaydeden Özer, şöyle devam etti: “Asgari ücret nedeniyle en başta yüzde 26’lık bir maliyet artışı var. Döviz artmasa bile sadece işçilik maliyetinden gelecek bir yüzde 10’luk zam olacak. Zaten çok minimal marjlarla yürüyor iş. Dövizin ne olacağı belli değil ve soru işaretleri büyümeye engel oluyor. 2018’de de yüzde 15’lerin üzerine çıkan bir zam oranı olmadı. Marketler de üreticiler de kendi kâr marjından fedakarlık etti.”
Bolivarcı Askeri Havacılık Genel Komutanlığı Daimi Değerlendirme Kurulu Başkanı General Francisco Esteban Yanez Rodriguez, sosyal medyadan yayınladığı bir video ile Juan Guaido’yu Venezuela başkanı olarak tanıdığını duyurdu.
Video sonrası Bolivarcı Askeri Havacılık Genel Komutanlığı Twitter hesabından Rodriguez’in fotoğraflarını üzerine ‘hain’ yazarak paylaştı.
Tuzla’daki seçim çalışmalarının ardından Kavacık’taki seçim ofisine gelen Binali Yıldırım, Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ile görüştü. Görüşme basına kapalı olarak yaklaşık yarım saat sürdü. Çıkışta açıklama yapan Perinçek, “Sayın Meclis Başkanımız Binali Yıldırım ile görüştük. Çok güzel bir görüşme oldu. Görüşmede vatanımızın bütünlüğü ve Türkiye’nin önündeki zorlukları hep birlikte göğüslemek ve Türkiye’nin ekonomisinin de bir üretim ekonomisi ile çıkması konularında karşılıklı görüş alışverişi yaptık. Şu anda inanıyoruz; Türkiye bu zorlukları, çetin koşulları yenecek kabiliyete güce sahiptir. Milletin bütün güçlerini bunun için birleştirmek hepimizin görevidir” dedi.