Oturmuş ruhumu dinliyorum; realiteleri aşkın oluşumlar bekleyen bir hâli var. Zannediyorum içimin sesini dinleyebilenler de bu intizarı duyabilirler. Gerçi sinem her zaman gamla çarpıyor; şimdilerde bir damla yetecek gibi taşmasına. Ama ben, yıllar var ki her sabah gerçekleşeceğini umduğum emellerimin üzerime düşen gölgeleriyle uyanıyorum. Hiç düşünmedim/düşünmek istemedim hülyalarımda tüllenen aydınlık günlerin gelmeyeceğini ve abes saymadım intizarda geçen günlerimi. Her gün ufuklar aydınlanırken, yorgun gözlerimle uzaklarda beliren nice karaltılarda bıkıp usanmadan emellerimi, ideallerimi heceleyip durdum ve ne tedâilerle ürperdim; hem de her gün biraz daha hisli, biraz daha gergin, biraz daha daüssıla edalı…
Elbette dünyada gam yükünü çeken sadece ben değildim; ne var ki ruhumdaki ızdırapları da en iyi bilen yine bendim. Bir ömür boyu yutkuna yutkuna ne hicranlar, ne hafakanlar yaşadığımı başkaları daha iyi bilemezdi ki; başkalarının yaşadıklarınıben bilemediğim gibi. Aslında ne hafakan yaşamak mutlak kerametti, ne de teessür duymamak bir fazilet. Heyecan ve hassasiyetin kendine göre bir yeri vardı, dertten âh edip inlemenin de kendine has bir değeri. Neyin bir şey ifade edip etmediğini ancak Allah bilirdi. Bunu da insanın niyet ve mütemadi duruşu gösterirdi.
Meş’ûm bir zaman diliminde maruz kaldığımız şeylerin pek çok muzdarip gibi ruhuma her çarpıp geçişini sineme saplanan bir zıpkın gibi hissettim. Ürpermek istedim ürperemedim; zira benimle beraber büyük çoğunluğun da gırtlağına kadar ızdıraplar içinde bulunduğunu gördüm, râşelerimi sineme gömdüm. O gün bir baştan bir başa dünyamızda korkunç bir çözülüşyaşanıyordu; duyabiliyordu bunu ölmemiş vicdanlar ve henüz kendi değerleriyle ayakta durabilenler; ne var ki olup biten fezâyi ve fecâyii kendi cereyan çerçeveleriyle duymak biraz da iç derinliğine ve vicdan genişliğine bağlıydı; vicdanın vüs’atine göre ruha çarpan âlâm ve ızdırabın şiddeti de değişiyordu. Bundan dolayı da ruh ve gönül insanları hafakanlarla kıvrım kıvrım kıvrandıkları dönemlerde bile, duyma, görme, hissetme kabiliyetlerini köreltmiş kimseler sezemediler her şeyin künde künde üstüne devrildiğini; millî ve dinî değerlerimizin tıpkı seylaplar önünde sürüklenen kütükler gibi şuraya-buraya sürüklendiğini; bütün bir geçmişi her şeyiyle yakıp yıkan ifritten yangınları. Kimileri yorgun ve bitkin, kimileri olup bitenden habersiz ve şaşkın, kimileri de serâzad ve çakırkeyf, ne o korkunç yıkılış dehşetini duydular ne de duyup hissedenlerin âh u efgânını; duymadılar duymadığı kadar mezardaki ölülerin.
Doğrusu, her gün ayrı bir zevk u sefa şöleniyle mest ü mahmur yaşayanların –ona da yaşama denecekse– bunları duymasıda mümkün değildi. Duyamazlardı da, zira o gün her yanda ürperten bir bohemlik yaşanıyor; çoğu kimse heva ve hevesinin güdümünde bir oraya, bir buraya yalpa yapıp duruyor; sürekli “akıl akıl” dendiği hâlde doğru dürüst onun kurallarına da hiç mi hiç riayet edilmiyor; böylece çözülmeleri çözülmeler takip ediyor ve toplumda mütemadi kırılmalar ve yıkılmalar yaşanıyordu. Buna karşılık “çare” diye ortaya atılan düşünce ve mülahazalar ise, adeta bu süreci daha da hızlandırıyor ve çoklarının yeniden dirilme ümitlerini de alıp götürüyordu.
Bir de bütün bu olanları bir cemad hissizliğiyle seyreden şaşkın bir güruh vardı ki bunların durumu tamamen yürekler acısıydı; neyin ne olduğunu bilemeyen bu insanlar olup bitenleri görüyor fakat bir türlü anlayamıyor, bir yere sürüklendiğini hissediyor ama akıbetini kestiremiyor, yer yer bazı oyunlarda kullanılıyor ancak hiçbir şeyin niçin ve nedenine akıl erdiremiyordu.. Kur’ân’ın: “Kalbleri var ama onunla bir şey idrak edemiyorlar, gözleri var fakat göremiyorlar, kulakları var ancak onunla işitilecek şeyleri işitemiyorlar.”[1] dediği gibiydi bu güruhun hâli; bunlar, her şey altüst olurken durduğu yerden alık alık bakıyor, sonra da kahreden bir tevekkülle –zannediyorum buna tevâkül demek daha uygun olacaktır– hissiz, hareketsiz, olduğu gibi kalakalıyorlardı. Ne güneşin gurub ettiğinin farkında ne ayın husûfa uğradığının ne de zulmet zulmet üstüne her yanı saran karanlıkların. Her tarafta yarasalar şehrâyinler tertip ediyormuş, karanlığın çocukları ışığın yenik düşmesinin keyfini çıkarıyormuş, fırsattan istifade dört bucakta şeytanlar cirit atıyormuş onların umurunda bile değil…
Her zaman güzel görüp güzel düşünen ve hüsnüzanna kilitlenmiş gönlü aydınlık ve ağzı dualılar, bu kapkaranlık atmosferin bir gün mutlaka yağmur bulutlarına dönüşeceği ümidiyle el açıp niyaza durmaya devam etsinler; –Cenâb-ı Hak bizi hiçbir zaman Kendine teveccühten dûr etmesin– bu ürperten senaryoyu hazırlayanlar ve asırlardır birbirinden mel’un oyunlarısergileyenler ne yeni yeni senaryolar hazırlamadan ne de o haince düşüncelerinden asla vazgeçmeyeceklerdir, şimdiye kadar vazgeçmedikleri gibi. Yıllar var biz hep çevremizden yükselen iniltilerle ürperdik. Söndürülen ışıklarımızın, solan renklerimizin hasret ve hicranlarıyla oturup kalktık. Sağdan da soldan da esen rüzgarları hep bir gurub hitabı gibi duyup dinledik. Kendimizi ve çevremizi her zaman yarı dumanlı, yarı karanlık, yarı kâbuslu, yarı değişik fâcialarla kıvranırken gördük. Hiç mi hiç rahatla tanışmadık, huzur nedir bilemedik, imanın vaad ettikleriyle teselli olduk ve “yarınki nesillere bin ömür feda olsun” diyerek Allah’ın bize lütfeylediği zaman, imkân ve fırsatların kesesini dahi çözmeden onlara armağan ettik…
Tabii bu arada, görüp işittiklerimizden, duyup değerlendirdiklerimizden ruhumuza akan mânâlar bizi, geçmişi yeniden yorumlamaya ve geleceğe karşı da hazırlıklı olmaya sevk etti; bunlardan biri mâzimiz öbürü de âtimizdi. Ne birincisini kafamızdan silip atabilirdik ne de ikincisine lâkayt kalabilirdik. Zaten yıllar ve yıllar boyu içinde bulunduğumuz mağduriyet ve mazlumiyetler de bize yeniden kendimiz olarak dirilme, yitirdiğimiz millî ve dinî değerlerimizi ihyâ etme yolunu gösteriyordu. Evet, çektiğimiz sıkıntılar, bizi kendimizce bir şey olmaya zorladığı aynı anda bugüne kadar şu tarafa-bu tarafa çekilerek istismar edildiğimizi şöyle böyle sezmemiz dahi, millî infiallerimizi tetikliyordu.
Artık, asırlar ve asırlar boyu hep bize ait hayatın ganimetini dermiş her şeye açık ellerimiz ve altın çağlarımızın en nefis fotoğraflarından albümler hazırlamış zihinlerimiz, hayallerimiz bizi daha yüksek mefkûrelere çağırıyordu. Bu çağrıya vaktinde ve usulüne göre icabet edildiği taktirde, geçmişin onca mahrumiyet ve mağduriyetlerine rağmen kazançlı sayılabilirdik.. o zaman kararan ümitlerimizin, aşklarımızın, ideallerimizin bir gün dönümüyle yeniden aydınlanacağına ve bizden koparılıp atılan değerlerimizin dönüp geriye geleceğine de inanabilirdik.
Gerçi böyle ciddi bir dönüşün emarelerinden söz etmek henüz mümkün değildi ama, tarihî tekerrürler devr-i daimi açısından bakabilenler için emareler ötesi emarelerin varlığı da bir gerçekti: Her şeyden evvel bütün değişenlere ve dönüşenlere rağmen değişmeyen bir kanun-u ilâhî vardı: Canlılardaki rejenerasyon türünden, toplumlarda da ne olursa olsun kendi değerleriyle var olma temayülü diyeceğimiz bu kanun kendini hissettirmeye başlamıştı bile.. ayrıca, eskime hususiyeti olan şeylerin eskimesi, belli yorum ve belli gerekçelerle öne çıkan ve rüçhaniyet kazanan mevsimlik değerlerin onların kabulüne vesile teşkil eden şartların, konjonktürün değişmesiyle değersizleşmesi gibi bir durum da söz konusuydu. Şimdi eğer ümit ve emellerimize bu zaviyeden bakacak olursak, bize imkânsız gibi görünse de, hesaplarımıza sığmayan Kudreti Sonsuz’un o her zamanki mütemadi takdir ve tasarruflarıyla beklenmedik şeyler olabilir ve olacakları da kimse önleyemez. Elverir ki birkaç asırdan beri tamamen durgunlaşmış ve enerjisini kullanamaz hâle gelmiş yığınlar kendi potansiyel güçlerini harekete geçirerek Hakk’ın inayetine çağrıda bulunabilsinler.
Zannediyorum işte o zaman dünyanın rengi birdenbire değişecek; ağlayanların ağlamaları dinecek ve yeryüzü son bir kez daha umumi matemhane olmadan kurtulacak; dün yokluğa ve hiçe yürüdüğümüz yollar bir şehrâha dönüşerek bizi ebedî varoluşa götürecektir.
[1] A’râf sûresi, 7/179.
Yazının Kaynağı: Çağlayan Dergisi https://caglayandergisi.com/2020/01/31/bir-yikik-ruya/