Boğaziçi Üniversitesi’nde protestolar 50 gündür devam ediyor. Öğrenciler ve akademisyenler yönetimden rahatsız. Üniversitelerin kalitesinin düşmesi ise uzun bir süredir ülkenin gündeminde. Tükenmişlik hissi ve mutsuzlukla boğuşan akademisyenler kendilerini ‘orta seviyede akademik olarak özgür’ olarak tanımlıyor.
BOLD – Türkiye’deki üniversitelerin akademik performansları araştırıldı. Çıkan tablo ülkenin dünya standartlarının altında kaldığını gözler önüne serdi. Niteliği düşük bilimsel yayınlar artarken ve öğrenci ile akademisyenlerin memnuniyetleri de azalıyor.
Akademideki sorunların çözümü için YÖK, Ocak başından bu yana bir dizi projeyi kamuoyuna duyurdu. Bunlar arasında eğitim ve öğretimde dijital dönüşüm çalışmaları ile Anadolu’daki üniversitelerin “kıdemli üniversiteler” ile eşleştirilmesi gibi yeni adımlar var.
Deutsche Welle Türkçe’den Deniz Barış Narlı’nın haberine göre ODTÜ bünyesinde faaliyet gösteren ve dünyadaki üniversitesi akademik performanslarına göre sıralayan URAP’ın verileri Türkiye için alarm veriyor.
ESKİ BOĞAZİÇİ’NDEN ESER YOK!
Türkiye, akademik performans açısından dünya standartlarını büyük ölçüde yakalayamıyor. Kurumun 2020-2021 yılına ait dünyadaki ilk 500 üniversite sıralamasına Türkiye’den girebilen tek üniversite Hacettepe Üniversitesi. Onu sırasıyla, 632’nci sıradaki İstanbul Üniversitesi, 725’nci sıradaki İstanbul Teknik Üniversitesi ve 751’inci sıradaki ODTÜ izliyor. Boğaziçi Üniversitesi ise 1096’ncı sırada. URAP’ın dünyadaki üniversiteleri sıralarken göz önünde bulundurduğu ölçütler, üniversitelerin ürettiği ve uluslararası dergilerde yayımlanmış bilimsel yayınlar ile bunların etki değerleri.
URAP Koordinatörü Prof. Dr. Ural Akbulut, “Uluslararası bir dergide yayın sahibi olmak neden önemli” sorusuna şu yanıtı veriyor: “Siz bir şey bulmuş olabilirsiniz. Ancak sadece siz biliyorsunuz. Eğer bunu duyurmazsanız, dünyaya hiçbir faydası yok. Eğer makaleniz uluslararası bir yayında yayınlanırsa, dünyadaki diğer bilim insanları da o konuya yoğunlaşabilir. Doğrularını ve yanlışlarını eleştirirler. Bilgiyi paylaşmış, büyütmüş olursunuz. Performans kıstası budur.”
Akbulut, Türkiye’nin sıralamalarda yükselemeyişinin en önemli nedenlerden biri olarak, etki değeri yüksek dergilerde az sayıda makale bulunmasını göstererek, “Bilimsel çalışmalar eğer dünya çapında duyulmazsa, onun herhangi bir değeri olmaz” vurgusu yapıyor.
TÜRKİYE YILDA 35 BİN MAKALE ÜRETİYOR…
Akademik çalışmaların yer aldığı uluslararası yayınlar, etki değerine göre Q1, Q2, Q3 ve Q4 olmak üzere dört gruba ayrılıyor. Q1 kategorisi, etki değeri en yüksek dergileri kapsarken Q4 kategorisindekiler etki değeri en düşük dergiler. Q1 kategorisindeki dergilerde yayımlanan çalışmalar daha çok atıf alırken, yani diğer çalışmalarda daha çok referans gösterilirken Q4 kategorisindeki yayınların durumu, bunun tam tersi.
Türkiye’de yılda ortalama 35 bin civarında bilimsel makale yayımlanıyor. Bu sayı özellikle yeni üniversitelerin açılmasıyla geçmiş yıllara göre gözle görülür ölçüde artsa da URAP’ın verilerine göre, 2020 yılında içlerinden yalnızca yüzde 21,7’si etki değeri yüksek dergilerde (Q1) yayınlandı.
Bu oran, örneğin, Hollanda’da yüzde 58,9, İngiltere’de yüzde 55,9 iken ABD’de yüzde 53,3 düzeyinde. Türkiye’de Q4 kategorisindeki dergilerde yayınlanan çalışmalar ise yüzde 30’un üzerinde.
KALİTEYE ÖNEM VERİLMİYOR
Çalışmaların sayısı artarken Türkiye dünya sıralamasında daha üst sıralara çıkamıyor. Yükseköğretim üzerine araştırmalar yapan Üniversite Araştırmaları Laboratuvarı (Uni-AR) Koordinatörü Prof. Dr. Engin Karadağ’a göre, bu sorunun yanıtını sadece akademik yetersizliklerde aramak doğru değil. Karadağ’a göre bilimsel yayınların artması olumlu bir gelişme ancak Türkiye’de kaliteye yeteri kadar önem verilmediğinden dünya sıralamasında oldukça gerilerde kalınıyor:
“Biz ne kadar yayınımızı artırsak da dünya ortalaması bizden daha çok artıyor. Hızlanırken geriye düşüyoruz. Kalite meselesinde ise daha geriye düşünüyoruz. Üniversitelerde atama yönetmeliklerimiz hep sayılar üzerine. Artık bunun tam tersi olmalı. Biz akademisyenler, kalite yerine sayıya odaklanıyoruz. Ancak artık kaliteye odaklanmamız gerekiyor.”
MELİH BULU KALİTE TARTIŞMASINI ALEVLENDİRDİ
Nitelik tartışması bilimsel yayınların dışında rektörlük koltuğuna oturtulan isimler üzerinde de devam ediyor. Tartışma, Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’nin başına getirilmesiyle alevlendi. 2021’in Şubat ayında yeni atanan 11 rektörün uluslararası yayın ve aldığı atıflara bakıldığında söz konusu rektörlerin ortalama altı yayını olduğu sonucu ortaya çıkıyor. Tüm dünyadaki araştırma, makale ve atıflarının toplandığı kapsamlı bir veri tabanı olan Web of Science üzerinden bakıldığında, hiç yayını olmayan veya bir yayını olan rektör sayısı yedi iken, söz konusu 11 rektör arasında hiç atıfı olmayan veya yalnızca tek atıf almış altı rektör var.
2019 yılında yaptığı bir araştırmada 71 rektörün uluslararası atfı olmadığını, 68 rektörün ise hiç uluslararası yayını bulunmadığını ortaya koyan Prof. Dr. Engin Karadağ, “Burada karşılaştırma yaparken atanan rektörün ne kadar bilimsel makalesi olduğuna değil, atandığı üniversitenin ilgili fakültesindeki akademisyenlere göre nasıl bir performans sergilediğine bakmak gerekir. Türkiye’de gerçekten çok nitelikli rektörler var. Ancak olmayanlar da var. Hatta bunun daha yaygın olduğunu görüyoruz” diyor.
TAPU DAİRESİ YÖNETMİYORLAR
ODTÜ’de rektörlük görevi de yapmış olan Prof. Dr. Ural Akbulut, idari görevleri bulunan rektörlerde akademik yeterliliğin neden önemli olduğu şöyle açıklıyor: “Rektörler tapu dairesini yönetmeleri için o koltuklara getirilmiyor. Rektörler, üniversiteyi dünyanın en iyileri arasına sokmakla da yükümlü. Dolayısıyla kendisi bilimsel yayın yapmamış olan ya da atıf almamış olan insanın, bunu yapması mümkün değil. Üniversitenin hangi alanlarda atılım yapacağını kavramanız lazım. Siz bilim insanı değilseniz, bunu nasıl anlayacaksınız, hangisine destek vereyim hangisine destek vermeyeyim… Bilimsel yanı zayıf olan rektörün bir üniversiteyi yüksek standartlarda bilimsel bir kurum haline getirmesi dünya çapında mümkün değildir.”
AKADEMİDE KADROLAŞMA SORUNU
Hem rektörlerin akademik olarak yeterli olup olmadığı tartışmasının hem de bilimsel yayınların kalitesindeki düşüşün temelinde “akademideki kadrolaşma sorunu” olduğunu söyleyen İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Dr. Mustafa Görkem Doğan’a göre “Dünyada bilim yapılabilmesi için kriterler belli; emirle iş yapılan bir yerde bilim olması mümkün değil.”
Kültürel iktidar arzusundan dolayı üniversitelerde kadrolaşmaya çalışan bir ekip olduğunu dile getiren Doğan, “Kendi insanlarını, akademik yeterlilik ve liyakata bakmadan atamaları gerekiyor. Çünkü gerçekten yeterlilikleri yok. Burada temel sorun değerlerin benimsenmemiş olması. Üniversiteler diploma ve sertifika dağıtılan yerler değildir. Üniversiteler, özellikle 19’uncu ve 20’nci yüzyılda önemli sosyal dönüşümlerde rol oynamıştır. Bunu içselleştiremeyen bir ekip var” tespitini yapıyor.
YEKTA SARAÇ’TAN POZİTİF VAATLER!
Aslında Yükseköğretim Kurulu (YÖK) şeffaflık ve liyakat konusunda bazı adımlar atmaya hazırlanıyor. 11 Şubat’ta kamuoyuyla paylaşılan “Akademik Kariyer-Liyakat Platformu” tanıtım toplantısında konuşan YÖK Başkanı Yekta Saraç, “Yeni YÖK olarak kaliteyi, şeffaflığı ve liyakati önceleyerek yeni ve yenilikçi çalışmalarımıza devam ediyoruz. Akademideki atamalara ilişkin şikayetlerin ancak şeffaflık ve liyakati önceleyerek çözülebileceğini, önümüzdeki günlerde liyakat ve ehliyeti öne çıkaracak yeni kararlar alınacağını da ifade etmek isteriz” dedi.
Öte yandan YÖK Başkanı Saraç, sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı bir açıklamada, akademik unvan alırken yabancı dil bilme şartına ilişkin de bir takım değişiklikler yapılabileceğinin sinyalini verdi. 2018 yılında yapılan son değişiklikle birlikte, doçentlik unvanı alabilmek için dil sınavından alınması gereken asgari dil barajı 65’den 55’e düşürülmüştü. Bu düzenleme, dil bilmeyen daha az nitelikli akademisyenlerin istihdam edildiğine yönelik eleştirilere neden olmuştu.
SINAVLAR GİDEREK KOLAYLAŞIYOR
Mustafa Görkem Doğan’a göre de bu tip düzenlemelerin altında yine kadrolaşma gayesi var. Yabancı dil kriteri konusunun çözülmesi zor bir konu olduğunu söyleyen Doğan, “Giderek daha kolay sınavlar yapılıyor. Fakat bu yabancı dil konusu, kadrolaşmadaki en büyük engel olarak gözüküyor. Kadrolaşma ihtiyacından ötürü akademik kriterlerle sürekli oynanıyor. Örneğin rektörlük atamalarında, profesörlerin beş yıl bekleme süresi vardı. Bu değiştirildi. Rektör yapmak istedikleri birini, hızlıca rektör yapabilmek için bu tür değişiklikleri yapıyorlar. Akademik yeterliliği olmayan insanları alacaksınız ama herkesi de almamanız lazım. Uygulamaların nedeni bu” değerlendirmesini yapıyor.
NE ÖĞRENCİ MEMNUN NE DE AKADEMİSYEN
Akademideki sorunlar, memnuniyet anketlerine de yansıyor. Uni-Ar’ın ülke genelindeki 192 üniversiteden 39 bin öğrenciyle yaptığı Türkiye Üniversite Memnuniyeti Anketi’ne göre öğrencilerin, öğrenim deneyiminden, akademik destek ve ilgiden ve kurumlarının yönetimi ile işleyişinden duydukları tatmin son yıllarda önemli ölçüde azaldı. Aynı şekilde Türkiye genelinde 16 bin 624 akademisyenle yapılan Akademik Ekoloji: Akademisyenlerin Gözünden Üniversiteler Araştırması da akademisyenlerin büyük bir bölümünün üniversitelerinin yönetiminden memnun olmadıkları gibi, yoğun şekilde tükenmişlik hissi ve mutsuzluk yaşadıklarını, üniversitelerine aitlik ve bağlılık hissi beslemediklerini ve kendilerini “orta seviyede akademik olarak özgür” olarak tanımladıklarını gösteriyor.
medyabold
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder