11 Temmuz 2019 Perşembe

Orhan Pamuk: Gerçek bir demokrasi için hapishanelerin boşalması lazım

Nobel ödüllü romancı Orhan Pamuk, t24’ten Murat Sabuncu’ya konuştu. Pamuk, yenilenen İstanbul seçimlerinden, Tayyip Erdoğan’a, TÜSİAD’dan cezaevindeki gazetecilere kadar birçok konuda soruları cevapladı. Pamuk üç yıldır üzerinde çalıştığı romanı Veba Geceleri’ni bitirmekte olduğunu okurlarına müjdeledi. Murat Sabuncu’nun Pamuk’un yazları geçirdiği Büyükada’da gerçekleştirdiği röportajdan önemli satır başları şöyle:

İMAMOĞLU’NUN KAZANMASI BÜTÜN TÜRKİYE’YE UMUT VERDİ

Ben İmamoğlu’na oy verdim. Kazanmasına da çevremdeki herkes gibi çok sevindim. Hem birinci seferde, hem de ikinci seferde… Tabii bir muhalif siyasetçinin kazanması için Batı ülkelerindeki gibi tek sefer yeterli olmalı. 31 Mart seçimi ile 23 Haziran seçimi arasında geçen sürenin de, Türkiye siyasi tiyatrosunda gördüğüm en çirkin, en berbat, en karanlık dönemlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Evet askeri darbe dönemlerinde daha kötüsünü de gördük. Ama bu son dönemde keyfilik, pişkinlik, kuralsızlık, ‘ben yaptım oldu’ havasıyla benzersiz bir rezalet oldu. İstanbul seçmeninin bu rezaleti bize layık görenlere bir ders vermesi yalnız İstanbul’a değil, bütün Türkiye’ye, bütün millete umut verdi. Hâlâ normal bir demokrasiye dönebiliriz umudu milyonlarca kişinin kalbinde 23 Haziran’dan sonra yer etti. Bundan sonra AKP iktidarının işi daha zor. Fakat İmamoğlu’nun başarısından olduğundan fazla iyimserlik çıkarmayalım bu bir tembelliğe her şey iyi işte demeye doğru götürebilir bizi.

İKTİDAR KORKUYU OYA ÇEVİRMEYE ÇALIŞTI

Vatandaş İstanbul seçimini İmamoğlu’nun kazandığını bu memurların 11 saat dut yemiş bülbül gibi susmalarından anladı. Bu birinci çirkinlik idi. Sonra yüksek yerden “Biz bu sonucu beğenmedik, bu mundar olmuş seçim yenilensin” demeler başladı. Bu emrin en yukarı yerden geldiği söylentilerine karşı AKP’nin daha çok bilge yöneticileri, bunun geri tepebileceğini fısıldıyorlardı, ama bunu kuvvetle seslendirebilecek bir babayiğit etrafta yoktu. Büyükçekmece gibi, vatandaşın ‘ne yazık ki istenmeyen bir şekilde oy verdiği yerlere’ polis yollanması, vatandaşın korkutulup, taciz edilmesi de ölçünün kalmadığını gösteriyordu. Kılıçdaroğlu’na saldırılması, herkesin gazetelerde gördüğü o korkunç yumruk fotoğrafı korkutucuydu. İktidar da bu korkuyu oya çevirmeye çalışıyordu. ‘Bize muhalefet edersen, oy vermezsen böyle olur, kimse de bir şey yapmaz, istersek daha kötüsünü yaparız’ havasıyla seçimi kazanmak istediler. Oysa anketçiler onlara vatandaşın yumruk değil, gülümseme ve yumuşama istediğini, İmamoğlu’nun böyle yaparak oy oranını yükselttiğini sürekli söylüyordu. Ama “beka” söylemi yaydan çıkmıştı bir kere. Ayrıca bu öfkeli, otoriter, zart zurt söylem, yaklaşık 20 yıldır iktidarda olanların kibrine, iktidar sarhoşluğuna, daha uygundu; ağız alışkanlıkları sayesinde daha kolaydı. İmamoğlu’na yapılan “Sen kimsin ya?” havası da böyle kibirli, küçümseyici bir şeydi. En sıradan gazeteciden en tepedekine herkes bu havadaydı.

APO’YA SARILMAK PİŞKİN BİR HAMLEYDİ

Sen kimsin? Trabzonluyum mu dedin, o zaman Rumsun gibi laflarla seçim kazanılamayacağını, telaştan düşünemiyorlardı. Karadenizli vatandaşın ve seçmenin kalbinin kırıldığını hiç kimse mi düşünemiyordu? İkide bir muhalif herkese bulaştırılan “terörist, PKK’lı” gibi söylemlerle bütün milleti yorduktan sonra seçimden çok kısa süre önce fikrini almamız gereken bilge kişi olarak Apo’nun mesajının televizyonlarda karşımıza çıkarılması da gerçekten benim ‘Kar’ romanına uygun şaşırtıcı ve çok pişkin bir hamleydi. Üç-beş oy için her şey yapılabilir hamlesiydi bu. Böylece beka söylemini kullananlar’ Apo Halk Partisi’ne oy vermeyin diyor. Bir daha düşünün ona göre’ demeye başladılar. ‘Kar’ romanında böyle bir sahne olsaydı eleştirmenler haklı olarak “inandırıcı değil” derlerdi. Bu kadar kötü yönetim nasıl mümkün oluyor? Öte yandan seçim iptal edilince “Bir bildikleri vardır, bir şeyler çevirir seçimi bu sefer de kazanırlar” diye bazen düşünüyordum. Şimdi anlıyoruz ki bir bildikleri filan yokmuş. Yanlış bilgi ve hayallerle tek itibar kaynakları olan sandık demokrasisine seçim kaynatmak gibi bir leke sürdüler. Yüksek Seçim Kurulu’nun itibarını da geri dönüşsüz bir şekilde düşürdüler. Bu son seçim Türkiye’nin söylenenin aksine bir diktatörlük olmadığını, ne mutlu ki dünyaya gösterdi. Ama iki seçim arasındaki iktidar davranışı bizi bilerek – bilmeyerek az daha oraya götürüyordu.

GERÇEK BİR DEMOKRASİ İÇİN HAPİSHANELERİN BOŞALMASI LAZIM

Normal, gerçek bir demokrasiye gidiş nasıl olur?
Her şeyden önce hapishanelerin boşalması, Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının, Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak, Osman Kavala ve onlar gibi yüzlercesi, binlercesinin özgürlüklerine kavuşması lazım. Bu iktidar ve toplum beş yıl önce bu kişilere saygı duyuyor, onları dinliyordu. Şimdi çeşitli bahanelerle, hukuk da çiğnenerek hâlâ içeride tutulmaları doğru değil. Toplumun sağlığı açısından da doğru değil. Ülkenin önde gelen romancılarından, gazetecilerden birinin hapiste olduğunu bilerek yaşar, bu çok olağan bir şeymiş gibi davranırsanız biraz sonra siz de zehirlenmeye başlarsınız. Toplum uzun zamandır bu tür zehire alıştırılıyor. Şu olup bitenleri, onca yalanı “Seçimi kazansan bile seni o koltuğa oturtmayız tamam mı” söylemlerini doğal karşılayan, bunu en azından ayıplayamayan bir toplum olmamalıyız. Bütün bu iklimde çok yerli bir mizah havası da var. Ama düşünce özgürlüğü olmadığı için etkileyici, yerel bir mizah da olmuyor, gülüp rahatlayamıyoruz. Düşünce özgürlüğünde dünyanın en kötü ülkelerinden biriyiz. Ve baskının sonucu bu sessizlik de zehirliyor bizi. Onca insan sırf düşüncelerinden dolayı hapisteyken susup oturunca da zehirleniyoruz.

TÜRKİYE’NİN BİRİNCİ SORUNU EKONOMİ DEĞİL DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜDÜR

İfade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü olmadan günümüzde uygar toplum kurmak, onu sürdürebilmek imkânsızdır. Bugün bana kalırsa Türkiye’nin birinci sorunu ekonomi değil, düşünce özgürlüğüdür. Seçmen böyle düşünmeyebilir, diye düşünürüm bazen. Ne yazık ki seçmenin önceliği ekonomi, pahalılık, işsizliktir. Hükümet takımı İstanbul’u, hem seçmeni tehditkâr yapıdan, hem zart-zurt otoriterlikten bıktığı, seçim sonucunu kaynatmaya kalkmanın ayıp ve yakışıksız olduğunu düşündüğü ve de vatandaş ekonomiden memnun olmadığı için kaybetti.

ÖZGÜR BASIN YOK

AKP’nin zaman zaman önceki hükümetlerden çok daha özgürlükçü, daha yumuşak olduğu dönemler de oldu. Ama “Sen kimsin be, seçilsen ne yazar” söylemi son ayların, yılların siyasetinin önceki dönemleri de aştığını gösteriyor. Şu ara benim dediğim, bildiğimiz şeyler değil bilmediğimiz şeyler. Ülkenin, milletin kaderini, geleceğini belirleyen pek çok önemli konu var. Ama bilgim yok. Bilgim yok çünkü özgür basın yok. Öğrenmeniz gereken şeyler araştırmacı gazetecilikle elde edilecek şeyler ve bu hükümetin de, öncekilerin de kıskançlıkla sakladığı şeyler… Mesela… Suriye’de ne oluyor? Niçin tanklarımız Suriye içinde bir şeyler yapıyorlar? Ne yapıyorlar? Patriot’lar, S-400’ler neden bu kadar önemli?

TÜSİAD AYIPLANMAYI HAK EDİYOR

Ben TÜSİAD’ı, Ecevit’i ilanlarla eleştirirlerken ayıplamıştım. Şimdi bu cesaretleri yok. Uzun zaman ekonomiden çok memnundular, şikâyetleri biraz yalancı idi. Ama TÜSİAD’cılar da bana, “Türkiye Yazarlar Sendikası ya da PEN niye sesini çıkarmıyor” ya da “Yeterince sesini duyuramıyor” diye sorabilir. Baskı zamanlarında “Niye daha çok konuşmadınız” demek zor, ama TÜSİAD ayıplanmayı hak ediyor.

BATI İLE KAVGA EDEREK DEMOKRASİ GELİŞMEZ

Biz ne kadar Batı ile Avrupa ile iyi geçinirsek demokrasi, insan hakları, fikir özgürlüğü ve laiklik o kadar gelişiyor. Ne kadar Batı ile kavgalı olursak bu değerlerden uzaklaşıyoruz. Laiklik ve demokrasi gibi değerlere inanan pek çok kişi aynı zamanda milliyetçi değerlere de inanıyor ve Batı’ya karşı açık kapalı bir karşıtlık duygusuyla bu gerçeği görmek istemiyor. Batı ile kavga eden iktidarlar döneminde Türkiye’de demokrasi ve özgürlük hiç gelişmemiştir. Atatürk’ün yaptığını hatırlatmak isterim. Atatürk; Batı ile askeri olarak karşı karşıya geldi, onlarla savaştı. Fakat Kurtuluş Savaşı’nı kazandıktan sonra Türkiye’de Batı yanlısı reformlar yapmak istediği için onlarla iyi geçindi. Kültüre, kuvvetli ve derin Avrupai bir müdahale yaptı. Modern değerlerle ve Batı ile kavga ederek biraz daha çok Ortadoğu ülkesi olursunuz. Acaba Türkiye halkı bunu istiyor mu? Batı karşıtı söyleme Halk Partisi’nin de katılması yanlış bir siyaset. Üstelik bazen bunu “ben senden de fazla Batı karşıtıyım aslında” iddiacılığıyla da yapıyorlardı.

NOBEL ALMAK ÇALIŞMAMI AZALTMADI, ARTIRDI

Ben Nobel haberini aldığımda Masumiyet Müzesi romanımın ve müze projesinin tam ortasındaydım. Müzemi yapabileceğim, diye düşündüm. ABD’deydim, sabah yedide uykudan uyandırılarak haberi aldım. O gün nerede-hangi kütüphanede çalışacağımı, ne yazacağımı bile biliyordum. Ama o gün yazı yazmadım. İki ayım o heyecanla, mutlulukla kaynadı. Ama Nobel almış başka yazarlara kıyasla, yaşım genç olduğu için, bir romanın ortasında olduğum için bunun bir emeklilik mükâfatı değil, yazarlık hayatımın ortasında alınmış bir ödül olduğunu hissettim. Bu ilgiden de projelerimi gerçekleştirmek için yararlanmalıyım diye düşündüğüm için Nobel benim çalışmamı azaltmadı, artırdı . Çünkü yazdıkça da okunuyordum.

YENİ ROMANIM “VEBA GECELERİ” BİTMEK ÜZERE

Üç yıldır üzerinde çalıştığım Veba Geceleri’ni bitirmeme az kaldı. Benim Adım Kırmızı, Masumiyet Müzesi gibi iddialı bir roman. Olaylar 1900 yılında Girit civarında hayali bir Osmanlı adasında geçiyor. Bir de bir türlü öldüremediğim içimdeki ressam var. Son on yılda defterlere, hatıra defterlerine çizdiğim resimli sayfalardan seçmelerle bir kitap yapmayı düşünüyorum. Cevdet Bey ve Oğulları’nı yazdığım yıllarda ciddiyetle ve keyifle yazıp bir kenara koyduğum bir çocuk kitabını da yayımlayabilirim. ‘Balkon’dan sonra yine Alman Steidl yayınevinden fotoğraf kitabı Turuncu için çalışıyor, geceleri Tarlabaşı, Fatih, Kartal ya da Erenköy’ün arka sokaklarındaki turuncu ışığın fotoğraflarını çekiyorum. Fotoğraf sergisi ve Masumiyet Müzesi kutularının replicalarının sergileri de sürüyor ve olacak. Hong Kong’ta fotoğraf ve Paris’te Masumiyet Müzesi sergileri var önümüzde.

kronos

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder