9 Mart 2019 Cumartesi

“Görmek Sahip Olmaktır”

Yasin ASLIYANIK

“Görmek Sahip Olmaktır”

İzmir’ in güzelim ilçelerinden Aliağa. Günlerden perşembe. Bir dost ziyaretinin nihayetinde, ilçeden erken ayrılığı tercih etmeyerek, gözlerim denizi izlemeyi yeğlemişti.
+Dışarısı zemheri soğuktan uzak kıyı şubatı. Dalgaların acıma hissini anımsatan, kıyıyı çokta zorlamadıkları hafif esinti giyinmiş belli belirsiz gitgelleri. Güneş, pencere kanatları açık salonu ısıtmaya çalışan şömine gibi. Çevrede uçlarında çengelli iğneleri takılı oltalarını suya salıp sanki denizin dibini görüyor gibi bakan balıkçılar. Hemen yanlarında duran su dolu kapların içerisinde öncesinde mavi derinliklerde oynaşan balıkların, korku dolu yalnızlıkları ve tüm çırpınışlara rağmen kurtulamamanın kabul edilmiş acı sakinliği. Kenarda ki palmiye ağaçlarının tutsak balıklar için bükük boyunlarıyla kederli duruşları. Temiz hava ama baharın şen şakrak işvesinin sezilememesi. Beyazlarının altında duman rengi zeminin oluştuğu bulutlar, eğilipte bakabildiğim balkır mavi kenarlara küsmüşte, karşıdaki tepelere çekilmiş olmaları. Aykırılığıma yansıyan görüntülerdi.

Oturmak için gittiğim palmiye ağaçlarının perdelediği çay bahçesinde
sayıca umulandan az müşteri olması, soğuğa hafifçe yakın duran bu havada insanların tercihinin buharının süzülerek terk ettiği sıcak çay olması ve göbekli bardakları sıkıca saran avuç içlerinin yanınca gevşemesi, göze çarpan fotoğraf kareleriydi. Çerçeve görüntülerden biride elindeki gazetenin arkasına gizlenen beyaz saçlı adamın patlama sesiyle irkildiği andı.

-Ne oluyor! Ne patladı! diye seslendi bir anda.

Sesi korku yüklüydü. Oturduğu sandelyeden istemsiz kalkmıştı ayağa. Açık parmaklarıyla sağ eli göğsünün üzerindeydi. Öylece bekledi, bekledi. Sonra acabalı bakışlarıyla sepet örgülü sandelyesine tekrar oturdu. Yere düşen gazete ekine baktı, ama almadı. Masanın üzerindeki yarım kalan çayını biraz ileriye öteledi ve içmedi. Yanında getirdiği pet şişeden ara, ara yudumladığı suyla tekrar sağ elini göğsünün üzerine koyarak kalbini yokladı. Bir ara yanına gelen garsona sordu:

-Evladım ne patladı?

-Valla bilmiyorum amca.

-Duydun değilmi sende patlama sesini?

-Duymazmıyım amca. Elimde ki çay dolu bardaklar titredi.

Garson masanın üzerindeki yarım kalan soğuk çayı sormadan aldı.

-Amca sana sıcak bir çay getireyim. Benden olsun.

-Teşekkür ederim evladım kalkacağım
şimdi.

Amca kısa bir süre geçtikten sonra gazetesini masanın üzerinde bırakarak, pet şişe elinde yavaş yavaş adımlarla uzaklaştı mekandan.

Saatin ilerlemesiyle bu kısa kış günlerinde ufuk rengini çabuk değiştiriyordu. Benimde kalkma vaktim gelmişti. Garsona seslendim. Yaşı on sekiz civarında görünen uzunboylu, dik saçlı, yeşil gözlü, dar omuzlu, siyah pantolon üzerine çalıştığı işletmenin ismi yazılı olan bordo kazak giyinmiş bu genç yanıma geldi.

– Buyrun abi.

– Hesabı alabilirmiyim?

– Olur abi.

Masa üzerinde duran dikdörtgen şeklindeki kağıtın üzerine attığı eğri çiziklere bakarak;

– Dokuz lira abi.

On lira verip üstü kalsın diyerek ayrıldım. Herkes gibi bende merak ediyordum. Bu şiddetli gürültü neydi acaba? Park halinde ki arabamı almak için otoparka doğru yürümeye başladım. Toprak zeminden oluşan bu alanda sandelyesini koymuş, üzerinde mühmel bir oturuş sergileyen otuz yaşlarında bir adam. Ona doğru bakınca koşarak yanıma geldi.

– Arabamın anahtarını alabilir miyim?

– Arabanızın plakası?

– 35 AV ….

– Hemen getiriyorum.

Çabucak giden bu adam kırmızı dikdörtgen kutudan bir kaç anahtara baktıktan sonra soluk soluğa yanıma gelerek, arabamın anahtarını bana tes
lim etti.
Gümüş halkalı anahtarıma baktığım zaman üzerinde plakamın yazılı olduğu küçük postit kağıt vardı.

– Birader borcum ne kadar?

– Altı lira.

– Ben sana on bir lira versem, sen bana bütün beş lira verebilir misin?

– Olur, olur. Bana zaten bozuk para lazım oluyor.

Teşekkür edip, arabamın kapısını açtıktan sonra sordum;

– Birader bu patlama sesi neyin nesiydi? Biliyor musun?

– Beyefendi söylediklerine göre emniyet binasında bir patlama olmuş.

– Nasıl olmuş?

– Herkes bir şeyler söylüyor ama olayı kesin bilen yok.

– Can kaybı yoktur inşallah.

– İnsallah yoktur. Fakat yaralı var diyorlar.

– Neyse, hadi sana kolay gelsin.

– Sağolasın.

Günün sonuna doğru kızaran ufku sağ yanıma alarak açık mavi arabamla yola koyuldum. Çıldırtıcı trafiğin tüm engellemelerine rağmen zamanı arkama ata ata evime ulaşmayı başarmıştım. Bu yapıdan içeri girdiğim vakit kızımın heyecan yüklü “babacığım” sesini duymamak imkansızdır. Vecitli saatlerin başlangıç düdüğüdür benim eve gelişim. Hanede gerçek yorgunluğumu silkeleyen ses ise oğlumun çaldığı kanunun uyumlu titreşimleridir. Her zaman ki gibi cümbüşü sonlandıran seda mutfaktan gelir.

– Yemek hazır. Kimsenin beni bekletmeye hakkı yok.
Çabuk olun!

– Hayatım hemen geliyoruz.

– Kimse elini yıkamadan gelmesin.

– Tamaaam.

Yemeğin hemen ardından dinlenmeye geçmiştim. Bu ara telefonumun internetinden haberlere de göz atmayı ihmal etmemiştim. Okuduklarımdan zihnimde geçit yaptıran haber bugünkü merak ettiğim müphem patlamaydı. Bu heyula patlamanın sonu kahreden bir dramdı. Bir polis memurunun sağ elinin bilekten kopuk olduğu, her iki göz küresinin kaybından dolayı ışık hissinin yok oluşu yazıyordu. Başka da hiç bir şey okumak istemedim. Tüm sesler umutsuz bir sese dönüştü bende. Bakışlarım şifrelenmişti. Gözlerim anlaşılmaz olmuştu. Sanki üzerimde üfürükçünün bozamadığı büyü vardı. Bir ara eşimle göz göze gelince sordu;

– Ne oldu sana birden?

– Yok bir şey.

– Var, var. Tanımaz mıyım ben adamı mı? Söyle bakayım ne oldu?

Kısaca özetledim olayı. Oda üzülmüştü. Mırıldanıvermişim.

– Görmemek zor be hayatım.

– Evet zor. “Görmek yaşamaktır, vuslattır görmek. Her bakış dünyaya atılan kementtir, bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış” hatırladın mı bu sözleri?

– Hatırladım. Cemil Meriç’ in Jurnal’ inden.

– İyi hatırladın. Bir tanem.

– Hatırlarım. Çırılçıplaktır onun düşünceleri. İz bırakır.
Unutsamda hatırlarım. Devamını da söylesene.

– Biliyorsundur sen.

– Olsun. Senden duymak güzel.

– “Görmek sahip olmaktır. Gören hangi hakla yalnızlıktan şikayet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrindedir, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Çiçekler onun için açar, şafak onun için pırıldar. Gütenberg matbayı onun için icat etmiştir. Hugo o okusun diye yazmıştır şiirlerini. Çocukların tebessümü onun içindir.”

– Evet. En acısıda tebessümleri görememek.

Tutukluk yapmıştı bütün duygularım. Sessizce erkenden yatağıma sokuldum. Küstüm ışığa söndürdüm odadaki tüm lambaları. Karanlığı hissetmek için. Fazla dayanamadı kapaklarına oturmuş yorgunluğa gözlerim. Farkında olmadan kapanmış. Uyanınca hatırlayamadım hangi tünele girdiğimi. Yine küstüğüm ışığa açtım gözlerimi, dargınlığı bırakarak. Oturdum yere. Baktım göğe. Birde hala kopmamış ellerime. Dua ettim. Ettim. Tekrar ettim.Penceresi örülmüş gözlere. Gönüllerden ışık gönder diye.

Özel bir okulda idareci olarak çalışmaktaydım. Günler aktı, olaylar aktı. Güneş ışığını çekerek günleri alıp alıp kaçtı. Yelkovanın akreple olan mücadelesi bitmedi. Aradan bir buçuk yıl geçmişti.
Bir gün yine odamın kapısı çaldı. Nöbetçi öğrenci içeri girerek;

– Hocam dışarıda bir aile var. Kızını okula kayıt yaptırmak için müsaitseniz sizinle görüşmek istiyorlar.

– Müsaidim buyursunlar.

Ayağı kalkarak ailenin içeriye girmesini bekledim. Kapıda belirdikleri an bir bayanla erkek yavaş yavaş içeri girdiler. Ben tebessüm ederek;

– Hoşgeldiniz dedim.

Ama şaşkındım. Yoksa bu o mu? Eli sağ bileğinden kopuk, gözleri yok, yüzünde iz, yürümesi çok yavaş ama hala gülümseyebilen bir adam. Adamın koluna girmiş, başörtüsünün altında feracesi olan, yüzünde hüznün bütün belirtileri eksiksiz görülen bir kadın. Yanlarında altı yaşlarında bir kız çocuğu. Çok mutlu. Ama çok mutlu. Onlar koltuklara oturana kadar ayakta durdum. Tekrar hoşgeldiniz dedikten sonra isimlerini sordum.

– Benim ismim Özlem. Eşimin ismi Bilal.

– Küçük kız senin adın nedir?

– Emine

– Nerede oturuyorsunuz.

– Aliağada

– Aferim sana ne güzel konuşuyorsun.

– Şey özür dilerim. Sormayı unuttum. Size ne ikram edebilirim?

– Hocam teşekkür ederiz. Size rahatsızlık vermeyelim.

– Esteğfirullah öyle şey mi olur. Ne rahatsızlığı. Bilakis memnun olurum.

Onlar çay istedi. Ama ben kantini arayarak bize kahve yapma
larını yanında da bir tane meyve suyu getirmelerini rica ettim. Evet bu insanlar yaklaşık on sekiz ay önce haberini okuyunca kahrolduğum aileydi. Bu nasıl bir tevafuktu. Sohbete devam ettik.

– Size nasıl yardımcı olabilirim.

Ben bayana konuşacak diye bakarken Bilal bey anlatmaya başladı. O kadar sevimdim ki. Konuşabiliyordu.

– Hocam ben gazi emeklisi bir polisim. İzmir’de görev yapan on sekiz bomba imha uzmanından biriydim. Bir vatandaşın bomba ihbarı üzerine görevimi yapmak için olay yerine gittim. Yaptığım inceleme sonrası paketin kapalı bir alanda imha edilmesine karar verdim. Bombayı işyerim olan Aliağa Emniyet Müdürlüğüne götürdüm. İmha etmek için hazırlanıyordum. Bomba aktif hale gelince insanlara zarar gelmesin düşüncesiyle binanın giriş kapısına yönelip bombayı merdivenin altına attım. Fakat ben tam uzaklaşamadan şiddetle patladı. Bunu benim bu halimi merak edeceğinizden dolayı anlattım. Buraya ise bu güzel kızımın iyi bir eğitim alması için geldim.

Aileye kızlarını okulumuzda gazi kontenjanından yararlanarak ücretsiz okutabileceklerini ifade ettim. Buna çok sevineceklerini düşünmüştüm. Bilal Bey olmayan gözleriyle bana doğru baktı.

– Hocam teklifiniz için teşekkür ederim. Benim param var. Okulun ücretini ödeyebilirim. Buraya gelirken ücretsiz okutmayı hiç düşünmedim.

– Bilal Bey, kabul ederseniz sevinirim. Kendinizden çok bizi mutlu etmiş olursunuz. Hem de bu kontenjanı doldurarak okulumuza da ya
+rdımcı olmuş olursunuz.

Israrlarım üzerine yemek parasını ödemek şartıyla ikna olmuştu. Ne asil bir adamdı. Zengin iş adamları bile pazarlık yapmak isterken, teklifimize bile tenezzül etmeyen asil adam. Öyle olmasa benliğini başkalarına zarar gelmesin düşüncesiyle vakfedermiydi.

Çok mutluydum. Aylar önce acısını çektiğim bu insana yardım edebilmenin huzuru vardı içimde. Kalbim kapakları açılmış baraj gibi coşkundu. Gözyaşlarım gülümsüyor, ruhum kanatlarını çırpıyordu pır pır.

Bilal Bey’ le görüşmelerimiz çok sık olmasada devam ediyordu. Okula gelip gittikçe birbirimizin halini soruyorduk.
Günler aktı, olaylar aktı. Güneş ışığını çekerek günleri alıp alıp kaçtı. Yelkovanın akreple olan mücadelesi bitmedi. Emine kocaman kız olmuştu. Artık ortaokula gidiyordu. Günlerden 15 Temmuz 2016. Ülkede hain, başarısız, kimin planladığı belirsiz bir darbe girişimi olmuştu. Zalim cellat bunu fırsat bilip eline aldığı satırı kıskandığı, haset ettiği herkese vur
uyordu. Işığa açılan pencereleri kırıyordu. Yanıp sönen paslı bir ampülle aydınlık vaad ederek halkı aldatıyordu. Kendi görüntüsüne aşık bu zalim tüm deli saçmalıklarına mantık kaftanı giydiriyordu. En çokta düşünen beyinlerden ve kapısı açık şuurlardan çok rahatsız oluyordu. Cehaletin sadık madalyasını herkes taksın istiyordu. Bundan dolayı ülkenin en iyi okullarını kapatmış ve yetişmiş eğitimli insanlarınıda zulmete mahkum etmişti.

Emine’ de okulunun kapatılmasına okulda ki herkes gibi çok üzgündü. Ama elinden bir şey gelmiyordu. Çok sevdiği bu kuruma veda etmek zorunda kalmıştı. Bir çok veliyle ve öğrencilerle vedalaşma imkanımız bile olmamıştı. Bir gün içinde tutanak tutularak, kapılara kilit vurulup kapı önüne bırakılmıştık. Şahsi eşyalarımızı bile alamadık. Bilal Bey’ lede sayamadığım bir çok sebepten dolayı tekrar görüşememiştik.

Dakikaların yıl gibi geçtiği günlerde soluk alıp vermeye çalışıyordum. Başlarda kara bir çatkı gibiydi bitmek bilmeyen zaman.

Bazen haftalarca, bazen aylarca kimseyle görüşemiyordum. Korkunun kol gezdiği kapkara günlerdi. Şafağında ki kızıllık bile yakıyordu beni. Hiç duyulmadık işkencelerin korkunç feryatları
geliyordu kulağıma. Ölü vicdanların merhametsiz kahkahaları yankılanıyordu dağlara çarpan seslerde. Günah şerbetini yudumlamayanların ateşe itildikleri hendekler kazılmıştı. Görmemezlikten gelen Firavun temennac
+ıları vardı. Güneş bile karabulutların arkasına saklana saklana gidiyordu ufka. Özgürlüğün olduğu başka memleketlere doğupta kurtulmak için.

Bir akşam telefonumun kısa mesaj alarmı çalmıştı. Mesajı yollayan çok sevdiğim öğrenci velilerinden biri olan Ömer Bey’ di.

– Yazıyı okudun mu?

– Abi hangi yazıyı?

– “Bombadan daha beter acı” köşe yazısı.

– Kim yazmış? Okumadım.

– Oku, oku . Ahmet TAKAN yazmış.

– Abi ne yazmış? Konusu ne?

– Oku, oku. Sen oku. Görürsün.

– Tamam abi okuyayım.

Ömer Bey’ in tavsiye ettiği bu köşe yazısını internetten bulup okumaya başladım. Okuduklarıma inanamıyordum. Bilal Bey’in eşi Özlem Hanım’ın bir köşe yazarından yardım isteyen çığlıklarıydı.

– Özlem Hanım:

“İzmir Aliağa’da yaşamaktayım. Eşim Gazi emeklisi Bilal Konakci ile 2003 tarihinde evlendim. Biri 3 yaşında (Elif) di ğeri 13 yaşında (Emine) iki kızımız var.Göndermiş olduğum Ege Üniversitesi Hastanesi Özürlü Sağlık Kurulu Raporunda da görüleceği üzere eşim yüz
de 98 engellidir.20 Aralık 2016 Salı günü sabah 07:30’da Fetö/Pdy soruşturması kapsamında evimize polisler geldiler. Ellerindeki fotoğrafa bakarak eşime Bilal Konakci olup olmadığını birkaç defa sorarak teyit etmeye çalıştılar. Çünkü ellerinde bulunan fotoğraf eşimin patlamadan önceki haline ait fotoğraftı. Polis memurları eşime ‘Bir yanlışlık olmalı’ deyip bir taraftan evde arama yaparken diğer taraftan savcıya ulaşmaya çalıştılar. Ancak ulaşamadılar. Ben eşimin durumunu anlatmama rağmen polis memurları götürmek zorunda olduklarını ifade ettiler. Ancak merak etmememi akşama ya da en geç Cuma gününe dönebileceğini söylediler. Ama eşimi 21 gün gözaltında tuttular. 10 Ocak 2017 Çarşamba günü akşam saat 20:00’de çıkarıldığı mahkemede ifade alınmaya başlandı. Eşimin ifade verdiği Baro’nun tahsis ettiği avukat mahkemeye gelmeyip son anda başka bir avukat geldi. Ancak gelen avukat ifadelerden habersiz olduğu için herhangi bir savunma yapamamıştır. Bu olumsuzluklar neticesinde yüzde 98 engelli olan eşim tutuklandı ve 12 gündür Menemen Hatundere T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda en zor şartlarda tutulmaktadır.Eşimi götürdüklerinden beri büyük kızım hiç kimse ile konuşmuyor. Küçük k
ızım gecenin bir vakti kalkıp babasını sorup pencereden dışarıya bakıyor ve babasının gelmesini bekliyor. Düşünün ki bu çocuk daha henüz 3 yaşında. Babası engelli olmasına rağmen kızlarımızla çok ilgili bir babadır. Ben zaten artık ne uyuyabiliyor ne yemek yiyebiliyor ne de çocuklarımla ilgilenebiliyorum. Çünkü eşim benim en büyük destekçimdi. Engelli olsa bile onun varlığı yetiyordu. Biz zaten eşim Gazi olduktan sonra çok zor şartlardan geçtik. Şimdi sizin aracılığınızla bize bunları yaşatanlara soruyorum. Gözleri görmeyen, ellerini kullanamayan ve yürüme zorluğu yaşayan eşim orada nasıl yemek yesin? Tuvalet ihtiyacını nasıl gidersin? Kişisel bakımını nasıl yapsın? Eşyalarını nasıl yıkasın?Bize isnat ettikleri suçlarla uzaktan yakından ilgimiz bulunmamaktadır. 2009 yılından beri yüzde 98 engelli olan eşim isnat edilen suçları nasıl işlemiş olabilir. Bu konuda sesimiz olmanızı istiyorum.”

Özlem Hanım’ ın bu çığlıklarını bir sonraki gün köşesinde Emin ÇÖLAŞAN’da kaleme almıştı. Kalbinde insaf olanlar zorda olsa bir şeyler yazıp söylemenin çabası içindelerdi. Emin Bey’ de telefonla Özlem Hanım’ı aramış.

– Emin ÇÖLAŞAN:

” Peki ama yüzde 98 özürlü Bilal Bey bu koşullarda cezaevinde nasıl yaşıyor? ”

– Özlem Hanım:

“Çok zor Emin Bey çok zor. İstediği giysileri kısıtlama olduğu için veremiyoruz. 20-25 kişilik koğuşta kalıyorlarmış.
Yemeklerini başkaları yedirmeye çalışıyormuş. Tuvalet olayı çok zor. Bakım hiç yok. Haftada bir gün kapalı görüşümüz var. Camın arkasından telefonla görüşebiliyorum.
Hem benim ve hem de kızlarımın psikolojisi artık iyice bozuldu. Eşimin suçu varsa söylesinler, yoksa tahliye etsinler.
Herhalde yurt dışına kaçacak değiliz. Hiçbir suçu olmayan yüzde 98 engelli bir insanın bu koşullarda cezaevinde tutulması insanlık dışı bir olaydır.”

– Emin ÇÖLAŞAN:

” Evet, bence de öyle. Bu yazıyı isyan ederek, içim kan ağlayarak ve ‘Olmaz böyle şey’ diye bağırarak bitiriyorum.

Okuduğum bu köşe yazılarından sonra içimde oluşan acıyı tarif etmek çok zordu. Ruhumun kanatları kırılmış sakat kalmıştı. Artık pır pır seslerini duyamıyordum. Gözyaşlarım gülümsemeyi bırakmış ağlıyordu. Kanadı koparılan kelebekleri gördükçe ilkel çağdaki insanlar bu modern çağdaki zındıklardan daha medeni geliyordu bana. Daha medeni…



Kaynak: Mağduriyetler http://magduriyetler.com/2019/03/09/gormek-sahip-olmaktir/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder