Edgar Allan Poe 1809-1849
210. doğum gününde Edgar Allan Poe’yu hatırlamak, edebiyatın günümüzdeki yaygın ve popüler yüzünün kökeni üzerine düşünmek anlamına da geliyor. Poe çağdaş polisiyenin, ‘ucuz roman’ın, keşif hikâyelerinin, bilimkurgunun, Gotik korku anlatılarının ve kasvetli metropol öykülerinin olduğu kadar (ilk kitabı Timurlenk ve Öteki Şiirler’le) Doğu’nun cazibesinden beslenen yapıtların da habercisiydi. Bütün bu edebi türlerin konumunu kökten değiştirdi.
Poe’nun kısa yaşamı 1809’da Boston’da başladı. İkisi de tiyatrocu olan anne ve babasının ona Edgar adını aynı yıl sahneledikleri Shakespeare’in Kral Lear oyunundan esinle koydukları söylenir. Ama Poe’nun hayatı boyunca Shakespeare’e hayranlık (en azından, mesela Tennyson’a olduğu kadar) duyduğuna dair bir kayıt yok. Bir yaşındayken babasını, ertesi yıl annesini kaybetti. “Allan” orta ismini kendisini evlatlık edinen tüccar John Allan’dan aldı. İlk gençliğinden itibaren babalığıyla aralarında başlayan çatışma yıllarca sürecek, Poe’nun ‘baba figürü’yle ve otoriteyle olan sorunlu ilişkisini biçimlendirecekti.
Yalnız geçen çocukluk
Mutsuz değilse de yalnız, arkadaşsız bir çocukluk geçirdi Poe. Sonraki hayatında pek anmadığı yalnız çocukluğuna öykülerinde ve şiirlerinde örtük göndermeler yaptı. (Örneğin, kız kardeşini evlatlık edinen Usher ailesine, unutulmaz öyküsü “Usher Evi’nin Çöküşü”yle selam vermişti). Birkaç yılı İngiltere’de, orman yürüyüşleri, spor ve şiirler arasında geçen çocukluktan geriye çok iyi bir eğitim kaldı. Poe, Latincenin yanı sıra Almanca ve Fransızca öğrenmiş, İspanyolca ve İtalyancada yol almıştı. Bir aylak ve bohem için fazla iyi eğitimliydi. Buna karşın, üniversite hayatı kumar, alkol ve babalığıyla para konusundaki çatışması yüzünden yarım kaldı. Ardından ömrünün en düzenli yıllarını geçireceği orduya yazıldı. Yüklü bir tazminat ödeyerek buradan da ayrıldı. Babalığı John Allan, tazminatı asla ödemedi ve ölüm döşeğinde bile Poe’ya karşı yumuşamadı. Allan’ın ölümüyle Poe ikinci kez yetim kaldı. Edebî yeteneğini hor gören babalığından intikamını daha sonra “The Bussiness Man” adlı öyküsüyle alacaktı.
Poe için artık kendi parasını kazanmak için ömrünün sonuna kadar sürdüreceği eleştirmenlik/yayıncılık dönemi başlıyordu. Jeffrey Meyers’ın Edgar Allan Poe: His Life & Legacy adlı kapsamlı biyografisinde aktardığına göre şair (zihinlerdeki genelgeçer ‘aylak’ imgesinin aksine) çok çalışkan bir editör, sıkı bir okurdu. Yazdığı kitap eleştirilerinde sözünü sakınmıyordu—bu ‘dürüst’ eleştiriler ona çok sayıda düşman kazandırdı. Henüz metinlerarasılık’ın esamisi okunmazken öykülerini ve şiirlerini başka kitaplara göndermelerle donatmaya bayılıyordu. O yıllarda bir yandan da geçmiş mutlu günleri hatırlamanın kederini tanıyor ve kurtuluşu içkide buluyordu. Teyzesi ve yedi yaşındaki kuzeni Virginia’yla birlikte yaşamaya başladı. Poe’nun yapıtlarındaki ‘saf güzellik’, ‘ölü güzel kadın’ gibi baskın izleklerde belirleyici olan Virginia 13 yaşına geldiğinde evlendiler.
Kısa yayıncılık hayatında Doğu yakasının büyük şehirleri (Richmond-New York-Philadelphia-Baltimore) arasında salınıp durdu. Yazmak dışında hiçbir uğraştan para kazanmayı başaramadı. Amerikan edebiyatının, geçimini yalnızca kalemiyle sağlayan ilk yazarı oldu. Çalıştığı dergilerde yorulmadan öykü ve şiirler yayımladı. “Usher Evi’nin Çöküşü” adlı öyküsü, ilk öykü kitabı Grotesk ve Arabesk Öyküler’in yolunu açtı. Poe yayımlanan şiirleriyle kazanamadığı saygınlığı öyküleriyle elde etti. Kitap çıkınca Coleridge ile kıyaslandı, Boston Nationdergisi onun “geleceğin okurlarına seslendiğini” duyurdu. Kitap çok satmasa da, yarım kalan tek romanı A. G. Pym’in yaşattığı hayal kırıklığından sonra Poe’ya ihtiyacı olan saygınlığı kazandırdı. Bu sayede Dickens ve Hawthorne’la tanıştı. (Ne ki Dickens, ona verdiği İngiltere’de yayıncı bulma sözünü tutamadı.) Arkadaşı James Russell Lowell’a şöyle demişti Poe: “Hayatta iki şeyi çok istedim: Uluslararası Telif Yasası’nın çıkması ve aylık bir dergiye sahip olmak.” Söz konusu telif yasası, ancak Poe’nun ölümünden 41 yıl sonra çıktı. (Poe, hayatı boyunca toplam sadece 6200 dolar kazanabilmişti.) Aylık dergi hayaliyse asla gerçekleşmedi. Adını Stylus koymayı düşündüğü dergisi için ölümüne kadar topladığı malzeme hiçbir zaman yayımlanmadı.
1847’de karısı Virginia’nın 25 yaşındayken ölümünün ardından Poe’nun yayımladığı son şiir “Annabel Lee” oldu. Kalan iki yılını dergisi için para arayarak geçirdi. Baltimore’da bir gece sokak ortasında genç bir yayıncı tarafından bulunduğunda beş parasızdı. Halüsinasyonlar görüyor, anlaşılmaz dualar mırıldanıyor ve Virginia’yı hayatta sanıyordu. Bulunduktan beş gün sonra, 7 Ekim 1849’da öldü.
Poe’nun mirası
Edgar Allan Poe yazdıklarının edebiyat tarihinde meydana getirdiği kırılmayı göremedi ama az çok seziyordu. Örneğin, ünlü şiiri “Kuzgun” için “Bugüne kadar yazılmış en iyi şiir” diyecek kadar güveniyordu yeteneğine. Bugünün popüler edebiyat türlerine açtığı yolun yanı sıra, “etkinin birliği” ilkesini miras bıraktı. Edebiyat tarihine, Sherlock Holmes’un atası sayabileceğimiz Auguste Dupin (“Morg Sokağı Cinayeti”) ve Roderick Usher (“Usher Evi’nin Çöküşü”) gibi iki unutulmaz karakteri hediye etti. “O” harfinin/sesinin kederine inanıyordu. Bu harfin baskın olduğu en güzel dizeyi yazdı: “Quoth the Raven: Nevermore” (‘Dedi Kuzgun: Asla’). Uzun bir ‘o’ harfi gibi okunan kendi adı da İngilizcedeki “şiir” (poetry) sözcüğünün yarısıydı.
Baudelaire’i derinden etkiledi (Eduard Manet’ye, “Beni Poe’yu taklitle suçluyorlar.” diyordu Fransız şair). Karanlık öykü kişileri, Yeraltı Adamı’nın habercisi oldu. Claudel kendisine hayranlık, Valéry saygı duyuyordu. Mallarmé, “Poe’nun Mezarı”nı yazdı. Rilke, Henry James, Kafka, Auden ve daha bir yığın isim ondan etkilendiklerini kayda geçirdiler.
Birkaç yıl önce doğum gününde okurları yine şairin mezarı başındaydık. Baltimore’da o kasvetli kilise mezarlığına kar çiselerken, her şey bir Poe öyküsündeki gibiydi. Her yıl şairi ziyaret eden gizemli hayranının sabaha karşı bıraktığı karanfil, mezar taşının üstünde Gotik manzarayı tamamlıyordu.

Fotoğraf: Can Bahadır Yüce

***

Poe’ya mektup


Sevgili Edgar,
Bir öykünde çok uzak bir kavim gibi andığın Türklerden birinin, çantasında senin öykülerinin Türkçe baskısıyla, neredeyse her gün, bir zamanlar yaşadığın odanın önünden geçeceğini hayal eder miydin?
Bunu duymak, tek gerçekliğin düşler olduğuna inanan senin gibi birini belki de şaşırtmazdı. Yine de bazen, şimdi kapısına cam takılı, penceresinin önüne bir kuzgun maketi yerleştirilmiş ve bir tür küçük müzeye dönüştürülmüş odana bakarken bütün bunlar bana bir düş gibi geliyor. Bir kısmının tohumu bu kampüste geçirdiğin günlerde atılan öykülerinin, her gün ders çıkışında gidip çalıştığın masalarda, başka bir dilde okunduğunu bilmeni isterdim. Geçen haftalarda Türkiye’de, bütün öykülerinin şimdiye dek yapılmış en iyi Türkçe çevirisi yayımlandı. Senin doğumundan ancak 200 yıl sonra da olsa, Türkiyeli okurlar da artık derli toplu bir çeviriyle öykülerinin gizemli dünyasına girecekler.
Bazı dostların gibi sana “Allan” diye değil de, ilk adınla seslenmeyi tercih ettim. “Kötü kalpli” üvey babandan aldığın o ismin seni hep rahatsız ettiğini düşünürüm. Ama o ismi niçin ölene kadar taşıdığını da merak etmiyor değilim. Sahi, neden hayatın boyunca mektuplarını üç isimle imzaladın?
Birkaç hafta önce, çocukluğunun şehrindeydim: Üvey babanla paylaştığınız evin yerinde yeller esiyor. Yaşadığınız sokağa çok yakın, yüzyıllar öncesinden kalma başka bir bina (artık ona “Eski Taş Ev” diyorlar) şimdilerde “Poe Müzesi.” Müzeye her gidişimde seni asıl öldürenin Amerika olduğunu söyleyen Bernard Shaw’un çok da haksız olmadığını düşünüyorum. Genç bir rehber senin ne kadar iyi bir polisiye yazarı olduğunu anlatıp duruyor. Şairliğinden, düşlerinden pek söz etmiyorlar (belki de Amerikalı yerli turistlerin beklentisini karşılamanın tek yolu budur). Kısacası, bugünün “Poe mitolojisi” seni bir polisiye yazarı düzeyine indirmeyi şart koşuyor.
“Kalabalıkların” insana neler yapabileceğini genç yaşta kaleme almış biri olarak sanırım bu rezilliğe şaşırmazdın. Kalabalık demişken, ölüm yıldönümünde Baltimore’daki mezarında bir cenaze töreni düzenlendi. Anlatılana göre “kalabalık” bir tören olmuş. Asıl cenazendeki insan sayısı bir düzineyi geçmediğinden, bu töreni akıl edenler kendilerini başarılı saymış olmalılar. “Kalabalıkların Adamı” adlı unutulmaz öykündeki muhteşem alıntıyı bilmiyorlardı belki de: “Yalnız olmamak, bu büyük mutsuzluk”. Okuldaki odanın önünden aldırışsız geçen kalabalığı her gün gördükçe o öyküye daha çok inanıyorum. (Paul Valéry dememiş miydi: “Poe tek kusursuz yazardır. O asla yanılmadı.”) Senden bir asır sonra yaşayan Türk şair Celal Sılay’ın bir dizesi var: “Geri ver bakışlarımı ey kalabalık!” Bu dize ne zaman dilime gelse, sen de bunu severdin diye düşünürüm.
Bu okulda vaktinin çoğunu kütüphanede geçirmişsin. Haftada altı gün, sabah altıdan dokuz buçuğa kadar süren derslerden sonra, zihninin hâlâ dinç olduğu vakitlerde şiirlerin üzerinde çalışırmışsın. İlk kitabındaki bütün şiirleri –biri hariç– burada elden geçirdiğini öğrendim. Tamerlane‘deki, toy şairlere has süslü söyleyişi yok etme çabasıydı belki. “Ayyaş Poe” efsanesi bir tarafa, burada çalıştığın günler ve sonraki hayatın, bir şairin nasıl üretken olabileceğinin kusursuz örneği gibi geliyor bana. Çevremdekilere senin ayyaş değil, çalışkan bir editör olduğunu söylediğimde şaşırıyorlar—efsane, gerçeği bulandırıyor. Yine de “gerçeklik” hakkında kesin konuşmamayı öykülerinden öğrendim. Hem Amerikan edebiyatının kurucu öğesi (gerçi Amerikalılar, ardılın Whitman’ı senden daha çok sahiplenmiş görünüyor) hem de ilk Amerikan karşıtı olmak gibi sıra dışı bir konumun var. Elbette içinde taşıdığın ‘sonsuzluk’, Baudelaire’in deyişiyle “maddi şeylere ihtiras duyan” bir topluma fazla gelecekti.
Geçen yaz, gizemli ölümün hakkında bir kitap okuyunca çocukluğunun şehrine tekrar gidip kayboluşunu hayal etmeye niyetlenmiştim—bir niyet olarak kaldı. Ama hayatındaki o son yedi gün biliniyor mu? Seninki gerçekten ‘neredeyse bir intihar’ mıydı? Kaybolduğun yolculuğa çıkacağın gün, Messenger‘ın editörüne “Annabel Lee” şiirini bırakmıştın, “Sizin için bir değeri olabilir” diyerek. “Kusursuz şiir” hayaline onunla ulaşmış mıydın? (Başka bir Türk şair, Melih Cevdet o şiiri “kusursuz” biçimde Türkçeye çevirdi, belki “Annabel Lee”nin bütün dillerdeki en güzel çevirisidir.) Yoksa seni en çok tatmin eden şiirin “Kuzgun” muydu? Philadelphia’da kaybolan o iki metninde neler yazılıydı? Son yolculuğa çıkarken niçin kolay olan yolu seçmemiştin?
Sevgili Edgar,
Şairin yaşadığı yere benzediğine inanmam ama ‘öteki’ni anlamak için onun yaşadığı yerlerin havasını solumanın gerekliliğine artık inanıyorum. Boston’da doğduğun halde Baudelaire’in sana neden ısrarla “Virginialı” dediğini anlar gibiyim, onun seni nasıl bu kadar iyi anladığına şaşırarak… Baudelaire’i biraz da bu yüzden seviyorsam, ikinize de “şarlatan” diyen Henry James’i galiba hiç sevemeyeceğim.
Sorular bir mektuba sığmaz. Onca düşünce, soru, sızı arasından seçemediğim bir yığın şey var; öykülerinden birinin kahramanı gibi söylersem: “Düşünceler hep belli belirsiz anılarla, yabancı söylencelerin ve yüzyıllar öncesinin açıklanamaz anılarıyla karışıyor.”
Bazen evrenin duvarlarını düşündüğün o odanın kapısında düşlerim seninkilere mi karışıyor, ayırt edemiyorum. Ve merak ediyorum: Sen hiç başkasının düşünü gördün mü?

c.b.
(2012)

KAYNAK https://kronos11.news/tr/poe-210-yasinda/