Nasihatım sana: Her şeyle iştigali bırak;
Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak.
M. A. Ersoy
Her şeyle iştigali bıraktığım/bıraktırıldığım günler yaşıyordum. Uzak mı uzak diyarlarda adamlığın yolunu bulmak için yollara düşmüş; adamlığımızın itibar görmediği diyardan çok uzaklara yolumu düşürmüş; adamlığa bir yol bulup girmeye bakınıyorum. Bu arada eksiklerimi tamamlama gayreti içindeyim.
Çekinerek girdiğim sınıfın mevcuduna bir göz atmam rahatlamama yetmişti. Hemen hemen herkes benim yaşımdaydı. Bana gösterilen yere otururken aşina olduğum bir kaç çehre ilişti gözüme. Hoca bu ilk dersimizde bizleri tanımak için hayat hikâyemizi yazmamızı istedi. En ön sırada, hocaya yakın oturuyorum. Bitiren getirip kâğıdını hocaya uzatıyor. Ben de kâğıdımı uzatmıştım ki hoca biraz okudu ve hışımla kâğıdı masaya fırlattı. “Bu nasıl olur?” diyordu. “Ülkenizde öğretmen kalmamış hepsi buraya gelmiş.” İşte o an anlamıştım, aşina çehrelerle aynı kaderi paylaştığımı.
“Siz kimsiniz?” sorusuna cevap verirken Cafer-i Tayyar edasındaydık: “Biz cahil ve fakir bir toplumduk. Savaşlardan ve birbirimizle uğraşmaktan çok yorulmuştuk. Biz, bu davaya baş koyanlar olarak, umumi bir seferberlik başlatmıştık. Bütün bu hastalıklardan kendi toplumumuzu ve dünyayı kurtarma gibi bir idealimiz vardı. Maalesef bizi terörist ilan ettiler, işimizi, aşımızı elimizden aldılar. Bizi yokluğa mahkûm etmek amacı ile her türlü yola başvurdular. Cezaevlerinde yer kalmadı. Dört kişilik yerde 20 kişi kalıyor. Binlerce kadın şu an cezaevinde. Kadınlar karakollarda doğum yapıyor.” Bunu dinleyen muhatabımız bir anne edasında duygulandı ve “Öğretmenden ve saydığınız diğer saygın mesleklerden terörist mi olurmuş?” dedi.
Dış dünyadaki insanlara ülkemde yaşanan zulmü anlatmak çok kolay olmadı. Her şeyi anlayıp anlamlandırabiliyorlar, ama kadınların gördüğü muameleyi bir türlü anlayamıyorlar. Bütün bakışlar, baştan aşağı süzmeler, şefkat ve ilgi uyandıracak türden. Bu ilerleyen yaşıma rağmen hayatımın değişmesi, içimde bir şeylerin kıpırdanmasına sebeb oldu. Dış dünyaya ne kadar yabancı olduğumu, hatta ne kadar yanlış bildiğimi şimdi anlayabiliyorum. Pek çok defa başka ülkelere gidip gelmiştim; bir aydan fazla kaldığım ülkeler de olmuştu. Fakat hayatımda ilk defa otelde, motelde değil, bizzat hayatın içindeyim.
İslam’a gözünü açmış, İslam çevresinde yetişmiş, İslamî eğitim almış biri olarak ilk defa yabancı diyebileceğim bir çevrede yaşıyorum. Hayal kırıklığı içindeyim. Bütün ezberlerim bozulmuş durumda. Bambaşka bir dünyanın içindeyim. Öğrendiğim ve bana öğretilenlerin dışında bambaşka âlemlerdeyim. Öncelikle bu insanlarla, insanlık ortak paydasında buluşmanın mutluluğu içindeyim. Beni tanımayan benim de kendilerini tanımadığım insanlarla aramda bir irtibat ve diyalog gelişmeye başladı.
Her gün sabah yürüdüğüm yolda beni durdurup “Sen kimsin? Her gün bu yolda yürüyorsun!” deyip selamlaştığımız, okula giden çocuklar için gönüllü trafik polisliği yapan adam… Parkta yürüyüş yapan, başında sarığı ile her gün selamlaştığım bir Hintli… Beni göremeyince, “Dün neredeydin?” sorusunu ihmal etmiyor. Okulun temizlik işini yapan, her gün bana selam veren yaşlı bir İtalyan hanım… Doğrudan iletişim kurup haklarında hiç bir şey bilmediğim bu sıcak insanlar bana huzur veriyor.
Evlerin odalarını tek tek kiraya vermek çok yaygındır buralarda. Ev sahibimiz bir Müslüman. Uzun yıllar olmuş geleli. Ülkelerindeki terör ve ayrımcılıktan kaçıp gelen bu insanların, zamanla inançları ile araları açılmış. Sadece Müslüman olarak anılıyorlar. Bize evlerinin odasını Müslüman kimliğimizden dolayı vermişlerdi. Aynı evin odalarını paylaştığımız arkadaşlarımızla namazlarımızı cemaatle kılıyoruz. Orta yaşlı ev sahibimiz kaldığımız kata geliyor, zaman zaman sohbet ediyoruz. “Biz din adına bir şey görmedik! Ebeveynlerimiz de bize bir şey öğretmedi!” diyor. Sohbetlerimiz sırasında bize aktardığı anekdot unutulmayacak cinsten: “Hanımla sohbet ediyorduk. Namazda okuduğunuz Kur’ân sesi odamıza kadar geliyor ve bizi çok etkiliyor. Eşim diyor ki: ‘Son zamanlarda hayatımızın bereketlendiğini hissediyorum. Evimizde ilk defa Kur’ân okunuyor. Bu bereket okunan Kur’ân’ın bereketi herhalde.’ Ara ara bize Kur’ân okusanız.”
Uzak diyarlara gelirken bana verilmiş bir adresi ziyaret ediyorum. Şimdilerde dost olduğumuz; dünya görüşümüz çok farklı, pek çok ortak paydamızın olduğu bir hemşerimden bahsetmek istiyorum. Çocukluklarımız zaman farkı ile nerdeyse aynı yerlerde geçmiş. Ne çok konuşacak şeyimiz varmış. Sonu gelmiyor bu sohbetlerin. Ofisine ilk girdiğimde hiç de alışık olmadığım ortam beni karşılamış; büfe benzeri bir komidinde dizilmiş bardaklar, battal boy şişeler ve ortamı saran koku beni pek rahatsız etmişti. Ne çare! Ziyaretlere devam ettim. En son ziyaretimde yerinde yoktu. Yardımcısı epey ilgi gösterdi; sohbet arasında şöyle söyledi: “Ne yaptınız bu adama siz! Siz buraya gelip gitmeye başladığınızdan beri müptelası olduğu bu şeylerden artık almıyor.”
Her fırsatı değerlendirip eksiklerimi tamamlamaya çalışıyorum. En çok hissettiğim eksiğim dil eksikliğiydi. Her türlü programa katılmaya çalışıyorum. Akşam gittiğim bir programda, hayata dair her konuyu konuşuyoruz. O günlerde ülkenin her yanında “Pancake Day” (Krep Günü) tüm heyecanı ile yaşanıyordu. Her tavrından görgü ve nezaket fışkıran yaşlı hoca, salona elinde büyük bir paketle geldi. Dersi bitirince kısa bir konuşma yaptı. Ardından paketi açtı ve bir anda masasını açık büfe haline getirdi. Krep, elma marmeladı ve süt kreması getirmişti. Bu böyle yenir deyip açılışı kendi yaptıktan sonra herkesi davet etti. Konuşması bizi pek duygulandırdı. Şöyle diyordu Lucrezia: “Aramızda Müslümanlar var, bunun için onların hassasiyetlerine göre hazırladım bu krepleri. İçinde un, süt ve yumurtadan başka bir şey yok. Bu süt kremasını ise marketten aldım; üzerinde helal sertifikası var.” Böyle bir izahtan sonra bize düşen ise davete icabet olmuştu. Yaşlı Lucrezia ile ilişkimiz; o günkü davetine icabetimizden ötürü pek bir gelişti. Onunla konuşurken hayata dair hemen her şeyi paylaşıyoruz.
Dil okulundan arta kalan zamanlarda çalışarak geçimimizi sağlama gayreti içindeyiz. İş dedimse öyle dört başı mamur işler değil. Amelelik işleri genelde… Aklımız fikrimiz hep ülkemizde hapse atılan, gözaltına alınan, işkenceye maruz kalan, mağdur edilip zulme uğrayanlarda. Dua ediyoruz her daim, lakin maddi olarak da bir şeyler yapmamız gerekiyor. Şu an geçim şartlarını artırma imkânım bulunmamakta. Ancak bunu iktisatla yapabilirim düşüncesi ile hayatımda ufak tefek değişiklikler yapmaya karar verdim. Ayda iki defa berbere gidip traş parası ödüyordum. Artık berbere gitmiyorum oda arkadaşıma traş oluyorum. Yirmi dolardan kırk dolar yapıyor. Epeydir tiryakiliğini yaptığım, günde iki kahve içme âdetim vardı. Bunu da teke düşürdüm. İki dolardan altmış dolar da bu yapıyor. Toplam yüz doları memlekete yardıma ihtiyacı olanlara gönderiyorum. Hayat neler öğretiyor insana. Şimdilerde tanıştığım bir dost her gün Allah’ın ikramı olarak kahvemi getiriyor.
Adamlığa, Allah adamlığına doğru adım attıkça hayatlarımız, hayatlar bereketleniyor!
Yazının Kaynağı: Çağlayan Dergisi https://caglayandergisi.com/2020/05/19/bereketlenen-hayatlar/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder