13 Ağustos 2020 Perşembe

15 Temmuz’dan sonra parkta gizlenerek hayata tutunan bir komutanın hikayesi

Birçok gazeteci gibi Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan ve 4 yıl önce Kanada’ya yerleşen gazeteci Arzu Yıldız, ilk Türkçe romanı Sokak’ta 15 Temmuz’dan sonra parkta gizlenerek yaşayan bir komutanın hikayesini anlatıyor.

SEVİNÇ ÖZARSLAN

BOLD ÖZEL – Sürgün gazeteci Arzu Yıldız, 4 yıl içinde 3 kitap yazdı. İlk ikisi İngilizceye çevriliyor. Üçüncü kitabı Sokak, Türkçe ve online yayınladı. 15 Temmuz gecesi ailesiyle vedalaşıp ‘sokağa inen’ Ahmet komutanın hikayesi gerçekten ilginç. Kitabı okurken, herhalde bu gerçek bir hikaye değildir, diye düşünmüştüm. Böyle bir komutanın var olduğunu söyleyince şaşırdım. 1,5 yıl parkta yaşadıktan sonra Avrupa’da yerleşen Ahmet’in yaşadıkları ve iç hesaplaşmaları okunmaya değer.

Yıldız ile sadece romanını konuşmadık. Biri 7 aylık olmak üzere geride bıraktığı 2 kızına 3 sene sonra kavuşan Yıldız, Türkiye’de haksızlığa uğrayan insanların daha güçlü bir duruş sergilenmesi gerektiğini ifade ediyor. Pişmanlıklarından, bir de yalnızlığından bahsediyor. “İçimdeki yalnızlık duygusunu artık kimse dolduramıyor… ” diyor. Bu süreçte ise haddini bilmeyi öğrendiğini, sosyal medyada eskiden kullandığı dilden utandığı belirtiyor. Bir restoranda günde 15 saat çalışıp 3 kitap yazan Arzu Yıldız Sokak’ı Bold’a anlattı.

Sokak’ın akıcı bir üslubu ve merak ettiren öyküsü var. İlk romanınız mı?

Bu aslında üçüncü kitap. Buraya geldiğimde Türkiye’de gözaltı sonrasında yaşadıklarımı ve Kanada’ya kadar uzan süreçte yaşadıklarımı yazdım. O biraz da yol hikayesiydi. Sonra da Kanada’da yaşadıklarımı anlatan başka bir kitap yazdım. Onlar İngilizce’ye çevriliyor. Türkçe yayınlamayı düşünmüyorum o kitapları. Sokak, Türkçe yayınlanan ilk romanım diyebiliriz.

Niye Sokak’ı Türkçe yayınlamak istediniz?

Türk halkı beni anlasa zaten bir kaçış öyküsü, ayrılık öyküsü yazmazdım. O yüzden Türkçe yayınlamak istemedim. İlk kitabımda kendi hikayemi anlattım. Ölürsem, bir kaza olursa çocuklarıma başımıza gelenleri benden daha iyi kim anlatacak diye düşündüm. Çok dürüst bir şey yazdım, bütün her şeyi, ne yaşadıysam, o kamp süreci, bu eve girene kadar hepsini. İkinci kitapta Kanada’da yaşadıklarım var. Güzel bir roman oldu. Bir Batılı da okusa anlar, Doğulu da… Şimdi bir tane daha da yazıyorum. 10 güne o da biter.

O kitapta ne anlatıyorsunuz?

O kitap torunlarına bakmak zorunda kalan bir dedenin öyküsü. Okuyan ne diyecek bilmiyorum ama ben çok hissederek yazıyorum.

Sokak’ta 15 Temmuz’dan sonra parkta yaşayan bir komutanın hikayesini okuyoruz. Gerçekten böyle bir komutan var mı?

Evet, gerçekten parkta yaşayan böyle bir komutan var. Ama herhangi bir kimlik biçmedim Ahmet’e. Hikayesi o kadar güçlüydü ki onu herhangi bir kimliğin içinde hapsetmek istemedim. Ayrıca zamana da diyebilirim. Çünkü hikayenin kahramanını geçmişte hangi tarihe koyarsanız, oraya da uyuyor. Mevcut Ortadoğu ortamında muhtemelen ileriki bir tarihe de koysanız uyacak. Kitaplarda zaman ve mekan kısıtlaması olmaması gerektiğine inanıyorum.

Herhangi bir kimlik biçseniz ne olur, ‘ölümcül kimliğe’ mi dönüşür?

Politika ve bir ülkenin iç meseleleri o kitabı, hikayeyi körleştiriyor. Bir yere hapsediyor. Kendi penceremden Ahmet’e bakıyorum. Beşir gibi de kimdir, ‘ne’cidir diye sormak istemiyorum. Türkiye’de sürekli herkese bir kimlik biçiliyor. Sen necisin, o neci, bu neci. Hangi karakterli, akıllı, kendini donatmış bir insan bunu sorar. Ya da hangi karakterli bir insan bu soruyu muhatap alıp kendine bir kimlik biçme gereği duyar?

Ahmet’in hiçbir gruba aidiyeti yok mu diyorsunuz?

Benim biçmediğim kimliği Ahmet’e biçmelerini istemiyorum. Hiçbir yere aidiyeti yok. Adam din konuşmuyor, siyaset konuşmuyor. Ben 15 Temmuz’da başına iş gelen Ahmet’in hikayesini yazmışım. Mesela sadece cemaat mensuplarının başına iş gelmedi ki 15 Temmuz’da. Cemal Yıldırım var, benim gibi alakasız birçok tip var. Türkiye’de devran hep aynı noktaya dönüyor. Dolayısıyla bu hikayeler hep olacak. Bu herkesin hikayesi. Berfo Ana’nın oğlu Cemil’in de hikayesi. Bu haksızlıklar Türkiye’de yeni değil. Ya da dünyanın herhangi bir yerinde adalet arayan bir insanın hikayesi. Üstelik bu hikayede Ahmet mücadeleci, kavgası kendiyle. Kimseyle değil.

Ahmet, Türkiye’deyken tanıdığınız biri miydi?

Hayır. Tesadüfen öğrendim hikayesini. Kendisiyle birebir hiç görüşmedim. Görüşmek istemedim. Klasik bir asker kafası çıkarsa bütün hayallerim suya düşecekti.

Kimden öğrendiniz hikayesini?

Benim çok yakın bir arkadaşımla Yunanistan’da kampta karşılaşmışlar. Bir iki detay sordum. Ahmet 1,5 sene kadar Ankara’da bir parkta kalıyor. Romanda daha kısa bir süre kalıyor.

Bir gazeteci olarak böyle bir komutanla neden tanışmak istemediniz? Klasik bir asker kafası derken ne demek istiyorsunuz?

Ben çok vatan-milletçi adamları sevmiyorum. Asker de sevmiyorum. Ama bu adam çok cesur biri ve meydanda gizleniyor. Öyküsü çok takdir edilecek bir şey. Üniformasını çıkartıp gerçekten çöpçüye dönüşmüş. Çok da zeki. Anlatılmaya değer bir hikaye. Diğerleri hepsi sıradan. Bu çok sıradışı. Onu Mozambik’te bir meydana ya da Irak’da dünyanın herhangi bir ülkesinde meydana koysanız o şekilde oturuyor. Herkesin şaşıracağı bir öykü. Başka öykülere benzemiyor.

Yaşadıkları ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu?

Ahmet gerçekten dilenmiş, kağıt toplamış. Bildiğin bir evsiz gibi yaşamış parkta. Saçları uzamış, gerçekten kokuyor, insanlar ondan tiksiniyor. Ve gerçekten de ilk gün gitmiş (16 Temmuz 2016) parka. Ve o kadar süre boyunca ailesiyle hiç iletişime geçmemiş.

O da biraz tuhaf değil mi? Ülkede kıyamet kopuyor. Ailesini aramıyor, çoluk çocuğunu merak etmiyor.

Merak ediyor aslında. Bir iki kişiyle haber göndermiş, ama sağlıklı bilgi verilmemiş ona. Bir de tüm bunlara cevap verirsem kitap özeti gibi olur. Okumaya gerek kalmaz. Zaten çok meraklı ve az okuma, araştırma özelliği olan bir toplum bizim toplumumuz.

Onca zaman parkta yaşayıp fark edilmemesi normal mi, olabilir mi böyle bir şey?

Normal bence. Fark edilmemiş zaten. Parkta gizlenmeye çalışması çok mantıklı. Hep göz önünde olmak gizlenmekten daha kolay saklar seni. Ben aslında karakter olarak görmek istediğim Ahmet’i yazdım, gerçekte olan Ahmet’i değil.

Ahmet’in şu anda nerede olduğunu biliyor musunuz?

Evet, Avrupa’da yaşıyor.

Kitapta en çok dikkatimi çeken Ahmet’in iç hesaplaşmalarıydı. Sürekli özleştiri yapıyor. Bu süreçte birçok insan iç muhasebe yaptı…

Herkes yaptı mı? Ben bilmiyorum, kimsenin yaptığını görmedim… Sürekli bir nefret dili var. Bunlar gitsin, şu da gebersin… Bu çok çirkin bir şey. Ben düşmanım da olsa süründüğünü görmek istemiyorum. İnsan kalmak istiyorum. Gece uyurken salakça fantezilerle uyumak istemiyorum. Hayat devam ediyor. Sürekli bir adamla uğraşılmasını da doğru bulmuyorum. Erdoğan’dan önce sanki Türkiye çok mu güzeldi? Sonra güzel mi olacak?

Güzel değildi tabi ama tam o dönemlerde adalet iddiasıyla kurulan bir parti bu hale gelmesi insanlarda hayal kırıklığı yarattı. Şiir okuduğu için hapis yatan dini sohbete gitti diye insanları tutukluyor. Ama nefret dilinden ben de hoşlanmıyorum.

Sorun adalet sorunu! Bir adam istedi diye bir kadın doğumhaneden alınmaz. Benim burada olmama neden olan kararda Erdoğan’ın imzası yok. Bir Savcı, bir hakim ve bir polis imzası var. Bu imzalar hukuksuz. Ama yine de şunun altını çiziyorum. Kısacık ömrümü bana ne oldu diye tüketmek , üzerime nefret ve intikam yükünü bindirmek ve bunlarla yaşamak istemiyorum. Ben ömür denen bu yolu az yükle, hafif sonlandırmak istemiyorum. O çapsız, güçsüz ve hukuksuzluğa imza atan insanların onursuz hayat hikayesi kendilerine verilecek en büyük ceza. Ölüm var ve herkesi eşitliyor. Bu dünyadan götüremeyeceğim hiç bir şeyin hamalı, esiri olmak istemiyorum. Olanlar buyursun.

Ahmet gibi siz yaptınız mı iç hesaplaşma?

Gazetecilik yaparken neden ünlü isimlerin davalarına koşturduğumu çok sorguluyorum. Gerçek hikayeler bizim önemsemediğimiz yerlerde. Medya korosuna katılmışım. Üçüncü koridordaki olaylara bakmadım. Semra Özal ya da Mehmet Ağar gibi isimlerin haberlerini takip ettim. Bir de kötü senin nasıl tanımladığınla alakalı. Yaşadıklarımdan gayet mutluyum ben. Kötü ya da dram gibi gelmiyor. Ben hayatımda başıma gelen her şeyi iyi tarafı ile görüyorum. Ayrıca yaşamı bu yönüyle seviyorum. Zorluk yoksa basit bir hayat, kolay elde edilen şeyler değersiz olur. Sezen Aksu’nun şarkısı vardı “açıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir” ben de hayata böyle bakıyorum. Yağmur yağdıktan sonraki toprak kokusu gibi. Şikayet alışkanlığa dönüşür ki bu da çekilmez kılar hem yaşamı hem o kişiyi.

Kalbiniz, canınız acımadı mı hiç? Ahmet’in hikayesini okurken sizin de acınız hissediliyor. Sonuçta 7 aylık bebeğini bırakıp yola çıkmak zorunda kalmış annesiniz.

O çok zordu. Ama ne yapabilirim ki… Çocuğun altını değiştirip sütünü vermek de annelik değil ki. Bir de sadece kendi çocuğuma mı anne olacağım. O bir ayrıcalık vermiyor ki bana. Yolda kaç çocukla tanıştım. Kaç kişiye anne oldum. Elbette zordu. Kendim nasıl bir annem olsun isterdim sorusunu sordum. Güçsüz mü yoksa sağlıklı ve dinç mi? Bu beni diri tuttu. Ve artık iki çocuk demiyorum. Bir sürü çocuğu kendi çocuğum gibi seviyorum. Diğer yandan toplumun duygusu alındı. Duygusuz bir toplumdan duygu dilenmenin ne getirisi olabilir?

Duygu dilenmekten ziyade insanlar hak arayışında değil mi? Haksızlığa uğruyorlar ve bunu dile getiriyorlar.

Dile getirmek var, gına getirmek var. Karşında salya sümük bir insan mı görmek istersin, güçlü bir insan mı? Bu ülkede, 105 yaşındaki Berfo Ana duruşma salonunda “benim oğlum nerede” diye sordu. Senin ondan ne farkın var? Böyle bir coğrafyadan geliyorsun. Ben kundakta çocuk bıraktım. 7 aylıktı. Burada beni tanıyan herkese sorabilirsiniz, bir gün bile lafını etmedim.

4 yıl geçti. 2-3 sene kimse konuşmadı. Sustular, beklediler, dayandılar. Salya sümük ağlıyorlar demek biraz acımasızca değil mi?

İlk başlarda kimse konuşmuyordu evet, konuşmaları önemli ama ben etrafıma baktığımda şunu görüyorum. İnsanlar hayata hiç hazır değilmiş. O kadar büyütüyorlar ki başlarına gelenleri. Yaşadığın zulüm sana devletten gelmiş. Ayrıca bu bugünün acısı da değil. Hep böyleydi. Etrafına baktığında görmek istediğinde çok büyük dramlar yaşadı insanlar. Asitli kuyulardan ceset çıkarıldı. Kayıplar Cumartesi anneleri var. Hrant Dink, Tahir Elçi cinayeti. Erdal Eren olayı. Hangi birini sayacağım. Bu devletin zulmü. Hep böyleydi.

Evet bunlar doğru. Fakat bahsettiğiniz olaylarla ve insan hakları alanında gazetecilik yapanlar, ‘ilk defa cemaattekiler işkence görmüyor’ diyerek bugün başkentin göbeğinde işkence gören insanları haber yapmaya değer görmüyor. Bu cümleyi aynen bir gazeteciden duydum ben.

Bu sözü söyleyene gazeteci diyemeyiz. İşkenceyi meşrulaştıran birinin ciddiye alınıp yazma şansı verilmesi ve hala bu gazeteci sıfatını kullanması utanç verici. Ben duymadım bunu kim dedi bilmiyorum. Otorite mi bu salakça, suç teşkil eden yorumlarını konuşmak dahi gereksiz… Öte yandan, hayatın rutininde de acı var. Babanı kaybedebilirsin, annen, çocuğun ölebilir. Allah korusun bir kaza geçirip sakat kalabilirsin. Benim gibi bir insana bu yapılır mı, kocamı özledim, karımı özledim… Bunlara inanamıyorum. Çocuğumun psikolojisi çok etkilendi diyorlar. Hayatta her şeye hazır olmak lazım.

Bir parkta yaşamaya insan ne kadar hazır olabilir ki?

Bu hayat güllük gülistanlık bir yer değil ki. Benim çocuklarımın da psikolojisi var. Benim de görünenin gerisinde yaşadığım çok şey var. Ben “bana bunu yapıyorsunuz” diye ağlamak yerine, “bana bunu yapamazsınız. Ben suçlu değilim” diyerek başını dikerek, karşılarında durmaktan bahsediyorum. Adam ağlamaya acısa öyle bir vicdanı olsa zaten yapmaz. Haluk Savaş, Melek Çetinkaya, Ömer Faruk Gergerlioğlu, Sezgin Tanrıkulu ya da cumartesi anneleri tam bunu yapıyor. Haksızsınız diyor! Ahmet Altan hapse girerken “bizi hapisle korkutamazsınız hukuksuzluk yapıyorsunuz. Girdik hapishanelerinizi gördük. Yine gireriz. Yine söylerim” dedi. Demek istediğim tam da bu.

Siz çok güçlüsünüz, her kadın öyle olmayabiliyor. 

Kadınlar güçsüz diye bir şey yok. Cinsiyet üzerinden bakmıyorum. İnsan olarak bana göre olması gerekenden bahsediyorum. Hoş bana göre kadınlar erkeklerden çok daha güçlü. Ben ağlayan adamı niye görmek isteyeyim hayatımda. Çalışmayı sevmiyor. Ve şükürsüzlük görüyorum. Aslında inançlı insanların hiç şükretmediği, kadere daha çok isyan edip “niye benim başıma bu geldi” sorusunu sorduğunu görüyorum. Tabi bu asla bir genelleme değil. Bazı insanlarda tanık olduğum durum bu. İnsanoğluna verilen tek gerçek ölüm. Hayatın her anı geri dönülmeyen bir mucize. Güzel bir şey yaşıyoruz biz. Bu dram değil. Sevdiğin zaman dramdan çıkıyor. Hayatımdaki iyi şeyden de ben sorumluyum, kötü şeyden de. Mücadele içinde geçen bir ömrü, örgü örerek, dizi izleyerek geçecek bir ömre tercih ederim.

Bu noktaya ne zaman geldiniz? Yaşadığınız şeylerden sonra mı?

Türkiye’deyken de böyleydim. 2,5 senede lise bitirdim. Üç dört kez uzaklaştırma aldım. Hoşlanmadığım şeylere çok rahat sesimi yükseltirim. Üniversitede de disipline gittim. Bildiğimi söylediğim için. Hep böyle yaşadım. İnsan sonradan olmaz ki. Bana yardım edin, elimden tutun, hiç demedim ki… Ayrıca içerisinde olduğun bir ideolojiyi savunmak hak savunuculuğu değil. Olmadığın, maddi ve manevi beklentisiz yaptığın şey kıymetli. Bunu sen bil yeter. Kimse bilmese ne olur? İspata çalışılan şey savunmadır ve samimi değildir. Ölen askerin evine gidiyorlar mesela, ama oğlu dağa çıkan adamın kapısını çalmıyorlar, “biz ne yapabiliriz çocuk neden dağa çıktı” demiyorlar. Senden olmayanı, benzemeyeni anlamaya çalışmak lazım. Bugün Cemaate yapılan da bize benzemiyorsunuz diye yapılmıyor mu? Benzetmek arzusu niye? Beklenti niye? Benzemeyene saygı ve alan vermelisin bu gerçek demokratlıktır İşte. Ben benden olanın sesiyim diyen samimi gelmiyor.

Peki bu dönemde sizi en çok zorlayan şey ne oldu?

Ben zaten insanlara sırtımı yaslamam. Kendi ayaklarım üzerinde durmayı severim. Ama bu dönemde aldığım en büyük ders, öğrendiğim şey ne oldu biliyor musun… O kadar yalnızsın ki… Gerçekten acayip yalnızsın. Ve bende oluşan bu yalnızlık duygusunu hiç kime artık dolduramıyor. Konuşmaktan çok yazmayı seviyorum artık. Kırgınlığım vardı önceden şimdi o kırgınlık hissinden utanıyorum.

Mesleki özeleştiri dışında kişisel eleştirileriniz de oldu mu?

Sosyal medyada herkes bir laf sokma yarışına giriyor. Ben de yaptım bunları eskiden. Şimdi o kadar utanıyorum ki… Ben bu adamdan ne kadar iyiyim ki ona bir şey diyorum? Haddimi bilmeyi öğrendim. Herkese ahlak dersi ya da terbiye vermek, bak şunu şöyle düşün demek yerine kendimdeki eksikliklere odaklandım. Kendi hayatımı ve karakterimi sorguluyorum. Kullandığım dilden o kadar rahatsızım ki, insanlara niye böyle şeyler yazdım, genelledim? Bana yapılmasını istemediğimi yapmışım.

Bir gazetede yazamayacağınız hakaretvari cümlelerin sosyal medyada ‘burası benim alanım’ diye yazılmasına karşıyım ben. 

Ben sandalyemi aynanın karşısına koyuyorum. Bana bakıyorum ve kimseye bir şey söyleyemiyorum kendime bakınca. Her şeyi bilmiyorum. Herkesten iyi akıllı değilim. Kendimde eksiklerimi kapatmaya çalışıyorum. Ömrümü başkalarını dikizleyip, akıl vererek geçirmek istemiyorum. İnsan dünyada hep kendini arar değil mi? Başkalarına bakarken kendini iyice kaybeder. Aynayı karşımdan kaldırmamaya özen gösteriyorum.

Romanda sokak diline ve hayatına hakim olduğunuz anlaşılıyor. Gerçekten ‘sokak’ı tanıyan biri misiniz yoksa sadece gözlem mi?

Mahalleden çıktım yani. Köyde büyüdüm. Kayseri’de Hürriyet Mahallesinde büyüdüm. Sonraki hayatım Ankara Batıkent’te geçti. Lisedeyken bayağı serseri yaşıyordum. Sokakları Ahmet’ten çok daha iyi bilirim. Evsiz değildim ama gece 12’de, 1’de geliyordum. Çok da arkadaşım var, sokakta kalmış, ailesini kaybetmiş. Ben evimde de yatırdım sokaktan çocukları, insanları. Sokağa bilmeyen hayatı anlamaz.

medyabold

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder